DOLAR 32,5038 0.08%
EURO 34,7826 -0.12%
ALTIN 2.496,260,50
BITCOIN 2074648-2,72%
Lefkoşa
°

02:00

İMSAK'A KALAN SÜRE

Alpaslan Türkeş;   Kıbrıs ve Girit

Alpaslan Türkeş; Kıbrıs ve Girit

ABONE OL
01 Ekim 2019 09:52
Alpaslan Türkeş;   Kıbrıs ve Girit
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kıbrıs adası hepimiz biliyoruz ki, 1571 yılında Türklerin idaresine geçmiş ve 1914 yılına kadar, hukuken de 1923 Lozan Antlaşması yürürlüğe girdiği tarihe kadar Türklere ait bulunmuştur. 1879’da Kıbrıs’ta İngilizler tarafından yapılmış olan nüfus sayımına ait istatistikler elimizdedir. Bu sayıma göre o zaman Kıbrıs’ta Türk nüfusu çoğunluktadır. Rum nüfusu azınlıktır. Kıbrıs, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi neticesinde İngilizlere “geçici olarak işgal etme” müsaadesi ile işgal altına verilmiş bir adadır. İşgal müsaademizin de dayandığı mucip sebep Ruslar, İskenderun istikametinde Osmanlı topraklarına bir taarruz yapacak olurlarsa, yakın mesafeden, yakın bir üsten Osmanlılara yardım etmelerini mümkün kılmak için bu ada geçici olarak İngiltere’ye işgale verilmiş, müsaade edilmiştir. Veriliş sebebi de budur. İngilizler oradan hemen İskenderun’a; bize yardım edecekler. Bundan sonra adaya her iki yılda, üç yılda yeni İngiliz valisi tayin olup geldiği zaman adanın Rum ruhani reisi, yahut işte o Arşbişop dedikleri metropoliti gider, valiyi karşılar ve valiye bir dilekçe, bir arzını sunardı. 1878’den itibaren bu dilekçede papaz, Kıbrıs’ın Yunan olduğunu, ve Kıbrıs Adası’nın Yunanistan’a verilmesini rica ederdi. Yunan hükümeti, Yunan devleti de bu istikamette devamlı olarak ada Rumları ile irtibatta bulunur, Yunanistan’dan öğretmen yardımcı her şey gönderilirdi.

Kültür münasebetleri, kültür birliği temin edilmiş bir durumda, bir şekilde işler yürütülürdü. Osmanlı Devleti çeşitli gailelerle yuvarlanırken tabii bunlarla uğraşma imkanını bulamamıştır. Fakat Lozan Antlaşması’ndan sonra da biz, tamamıyla kabuğumuza çekilmiş durumda bulunduk ve oradaki Türklerle ve adanın durumu ile de faal bir şekilde ilgilenemedik. Lozan Antlaşması gereğince adadaki Türkler’e üç yıl müsaade tanındı. Bu müsaade gereğince; Türkiye’ye gitmek ve Türk vatandaşı olarak yaşamak isteyenlerin malını mülkünü satıp, göç etmesi gerektiği, gitmek istemeyenlerin de İngiliz teb’alı olacağı bildirildi ve Lozan Antlaşması gereğince Türkiye’den çıkarılan Rum göçmenler Kıbrıs’a sevk edildi.

Anadolu’dan çıkarılan Rumlar Kıbrıs’a sevk edildi. Ve Kıbrıs’a getirilerek yerleştirildi. Bunlar Anadolu’dan hınçla Kıbrıs’a gelmişler ve orada yerli Rumları da azdırarak Türklere karşı her fırsatta çeşit çeşit taşkınlıklar, çeşit çeşit tazyiklere, tecavüzlere de girişmişlerdir. Zaten hassas olan ve yabancı boyunduruğundan hoşlanmayan Türkler, kendilerine tanınmış olan bu üç yılı kullanmak için adeta birbirleriyle yarışa girmişlerdir. Rum muhacir akını karşısında da adada oturmak arzusunu iyice kaybetmişler ve adaya Rum muhacirleri gelirken, adadan Türk muhacirleri çıkmış, Türkiye’ye göç etmiştir. Bugün yakın kabul edeceğimiz bir tahmine göre Mersin’den Mersin dahil İzmir’e kadar olan kıyı bölgemizde, Kıbrıs’tan gelmiş göçmenlerden en az, 250 – 300 bin insan bulunmaktadır. Bundan sonra zaman akmış, Rumlar ve Yunanlılar bu faaliyetlerine devam etmişlerdir. Nihayet İkinci Cihan Savaşı’ndan çıkılmış ve Yunanlılar on iki adaya talip olmuşlardır.

Harp esnasında bize işgal teklif edilmiş fakat buna yanaşmamışızdır. “Ne bir karış toprak veririz, ne bir karış toprak alırız”. “Aman etmeyin, gitmeyin, alın şunu işgal edin”. “Yok, hayır efendim, ne olur ne olmaz”. Yunanlılar buna talip çıkmışlar.

Yunanistan’a bu on iki ada 1947 Paris Antlaşması’yla verilmiştir ve Türk hükümetinden bir söz dahi çıkmamıştır. Ey Allah’ın kulu, ağzını aç, de ki : “Efendiler, kimin malını kime veriyorsunuz, bunlar bize aittir. Şimdi bizi dinlemezsiniz, ama bu antlaşmayı kabul etmem, saymam, söz hakkımı mahfuz tutuyorum”, de… On iki ada gitti, bundan sonra artık bütün faaliyetler Kıbrıs’a doğru döndü. Şimdi, Kıbrıs’la birlikte bütün adaların durumunu kısaca gözden geçirmemiz icab etmektedir.

Yunanistan istiklal alıp bir mikrobik devlet halinde yeryüzüne doğduğu andan itibaren kendinden çok çok büyük hülyalar, davalarla uğraşmıştır. Çok büyük… Ama böyle yapması, acaba kendisi için zararlı mı olmuş? Böyle hareket etmesi acaba hatalı mı olmuş?

Şunu söylemek isterim ki, her hakikat evvela beyinlerde, kafalarda bir nazlı hayal olarak doğar ve yaşar.
Osman Gazi, Osmanlı Beyliği’nin başına geçtiğinde İstanbul’u, Rumeli’yi, Suriye’yi, Irak’ı düşündüğü zaman bunlar onun kafasında birer hayaldi.

Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçmeğe hazırlanır. Kendisine sorarlar : “Devlet mağlup, ordu dağılmış, para yok, halk; Anadolu halkı bitmiş, yorgun sen neden bahsediyorsun?” O der ki : “Misak-ı Milli hudutları içinde bağımsız, şerefli bir Türk devleti”. “Bu nasıl olur?” O gün için kendisiyle konuşan meşhur bir gazeteci var. Pera Palas otelinde, yanından ayrıldıktan sonra “Bu bir deli” der. “Bu bir çılgın” der. Çünkü o gün, o anda Misak-ı Milli sınırları içinde bağımsız, şerefli bir Türk devleti sadece bir hayaldir. Amma, bu güzel, bu nazlı hayal, ona gönül verenlerin azmi, can fedası ve iradesi sayesinde bugün bir hakikattir.

İşte Yunan mikrobik devleti meydana geldiği andan itibaren büyük Bizans İmparatorluğu’nun varisi ve onu ihya etmek davacısıdır. Bu faaliyetlerin de kaynadığı kazan, sevk-ü İdare edildiği yer, Yunan Kilisesi’dir. Yunanistan’da Yunan Kilisesi’ni, Yunan politikasından ayıramazsınız. Bütün ihtilallerini, bütün isyanlarını Yunan Kilisesi hazırlamış, o sevk-ü idare etmiştir. Hatta, o kadar ki, Mora isyanı başladığı zaman, işte ilk defa bağımsızlık almak için ayaklandıkları zaman, Sultan Mahmut zamanı, bu zamanı biliyoruz, Etnik-i Eterya denen, cemiyet idare ediyor. Bu cemiyeti sevk-ü idare eden de patriktir. İstanbul’daki patrik. Öyle de bir suikast hazırlıyor ki, Türk askeri üniformalı Rum kuvvetleri, Yunan kuvvetleri hazırlanıyor. Bir taraftan Mora kıyımı olacak, bir taraftan da bunlar İstanbul’da ayaklanacaklar. Ve İstanbul’u işgal edecekler. Bizans ihya edilecekti. Tabii bu durum zamanında haber alınıyordu. Bunlar bastırılıyor ve patriği, işte o orta kapı dediğimiz ki, ördüler onu, bugün hala örülü, açmıyorlar, orada asıyorlar. Asılması gayet tabiidir. Bana bir devlet gösterin ki, o devlette, o devletin bir vatandaşı, bir teb’ası kendi devletine karşı hiyanet eder, isyana kalkışır ve buna mukabil o devlet ona “aferin, iyi ettin” der. Böyle bir devlet var mı yeryüzünde? Eeee, bundan dolayı niye Osmanlı Devleti’ni suçluyorlar? Onun yerinde kim olsa yapması icap eden hareket buydu.

Bundan sonra daima bu devlet, bu fikri, bu hayali takip etmiştir. Ve üzülerek ifade etmek lazımdır ki, bu hayalin Rumeli tarafından kısmını büyük ölçüde ve Ege Denizi’ndeki adalar kısmını baştan aşağı gerçekleştirmişlerdir. Bizim tedbirsizliğimizden, başımızdaki devlet adamlarımızın idaresizliğinden ve liyakatsizliğinden dolayı, bunlardan faydalanmışlar, zaman zaman, safha safha bunu gerçekleştirmişler, hatta İstiklal Savaşımız sırasında Anadolu’nun da bir parçasına sahiplenmeğe çalışarak iyice bunu kurmak durumuna girmişlerdir. Şimdi haritaya baktığımız zaman, dedik ya dış politikaya tesir eden, güven veren önemli esaslardan birisi de, o memleketin coğrafyasıdır. Jeopolitik durumudur. Evet, haritaya baktığımız zaman Çanakkale boğazının ağzında Midilli adası, diğer Yunan işgalindeki adalar, aşağıya doğru Ayvalık’ın karşısı, Burhaniye’nin karşısı, daha aşağı Foça, İzmir, İzmir’in karşısı, Kuşadası, daha aşağısı Bodrum, Küllük v.s. … böyle. Bütün Türk kıyıları Yunanlılar’ın ele geçirdikleri adalarla tıkanmış vaziyette. Türkiye’nin neresi var? Akdeniz kıyıları var, Akdeniz bölgesi var ki orada nisbeten serbest. Kıbrıs? Kıbrıs İngilizler’in elinde, başka bir devletin elinde, Şimdi bunlar uzun zamandan beri bu adayı hedef almışlar. Ve diyorlar ki:

“Burasını alacağız ve Yunanistan üç kıt’a üzerinde bir devlet haline gelecektir. Aynı zamanda hem Balkan memleketi, hem Orta Doğu memleketi olacağız” diyorlar. Ne ile? Kıbrıs’la. Kıbrıs’ın öneminin çok kimseler henüz tam farkında değil. Memleketimizde onu, sadece orada bulunan 150.000 Türk’ün durumuna bağlıyoruz. Hayır beyler, orada hiçbir Türk bulunmasa da Kıbrıs davası vardır. Türkiye için. Bunu coğrafya zorunlu kılıyor. Türkiye’nin kendi varlığını korumak, kendi güvenliği bunu zorunlu kılıyor. Kaldı ki, orada 150.000 Türk’ün bulunuşu bu durumu bir kat daha önemli hale getiriyor. Şimdi Yunanistan bu meselede de diğer meselelerinde olduğu gibi bize kıyasla çok ustaca, planlı ve uzağı görerek hareket etmiştir. Dünyanın her tarafına serilmiş olan Yunan propaganda ağı, Yunan diplomatik faaliyetleriyle elele beraber olarak işlemiştir. Bunlar olurken biz ne yaptık acaba? Cevap tek kelime, bir ? Hiç! Onlar İngilizlere karşı evvela bir mücadele açmışlardır. İngilizlerle bu mücadeleleri onların, işte şöyle bir danışıklı doğuş gibi bir şeydir. Çünkü zaten onu besleyen, onu himaye eden, onu pohpohlayan İngilizler olmuştur. Bugüne kadar tarihi bir olaya göz atarsak Kıbrıs meselesini daha iyi canlandırmak, anlamak mümkün olur. Bu olay Girit olayıdır. Girit de bundan 100 yıl önce bir Türk adaıydı. Ve adada en az Rumlara denk sayıda Türk nüfusu vardı. Fakat böyle bir böceğin yaprağı kemirmesi gibi, kemirmeye başlamış oraya da el atmıştır. Girit’te de aynı Kıbrıs’ta olduğu gibi faaliyetlere girişmişlerdir. Orada da evvela çeteler faaliyete geçmiş, çeteleri bastırmak için nizamı, asayişi, kanunu korumak için, biz oraya kuvvet gönderince de “Eyvah! Türkler bize zulmediyor, Türkler Rumları katliam ediyor, kesiyor, yetişin!” diye yaygarayı basmışlardır. Hemen o zamanın büyük devletleri dediğimiz İngiltere, Fransa v.s. gelmişler, Ruslar, Rusya da beraber, adaya asker çıkarmışlar ,adayı işgal etmişler ve işi, pek benzeyiş var arada, onun için söylüyorum evirmişler, çevirmişler, demişler ki : “Burası muhtariyet olsun…” “Yani gene sizin olsun ama, Rum halkı kendi toplum işlerinde, kendi cemaat işlerinde, bağımsız olsunlar. Bir de Yunanlı bir vali bulunsun adada, sizin valiniz, size rapor versin…” Sizin valiniz Yunanlı. Kim olacak bu? Yunan krallık ailesinden olsun, bir prens… Böylece Girit Adası muhtariyetle idare edilen bir ada oldu. Yani Kıbrıs’ın bağımsız cumhuriyet olması gibi. Bunlar adımlardır. Yunanistan’a doğru gidiş adımları. Şimdi bunları ortaya koyunca Türk devlet adamlarını daha iyi tartabileceğiz. Eh, olan oldu. Girit adası muhtar oldu. Yunan krallık ailesinden bir prens de Osmanlı valisi oldu. Kime hizmet ediyor?!… Osmanlılara değil mi?! Osmanlılara hizmet ediyor ! … Ve, Girit günün birinde gitti. Ne zaman gitti? Bizim muzaffer olduğumuz; galibiyetle muzafferiyetle bitirdiğimiz bir harbin sonunda. O da 1897 Türk-Yunan Harbi’nin sonunda. Biliyorsunuz, 1897 Türk-Yunan Harbi Yunanlıların taşkınlığı ile, münasebetsizliği ile patlak vermişti. Onlar ve Avrupalılar zannetmişlerdi ki, Yunanlılar muvaffak olacaklar ve Osmanlı ordusunu yenecekler; Selaniği alacaklar… Fakat müthiş bir bozguna uğramışlardır. Ve Türk ordusunun Atina’ya girmesine ramak kalmıştır. Hemen araya yine büyük devletler girdi : “Aman barışı koruyacağız, barış elden gitmesin, falan” diye bizi durdurdular. Yunanlıla’la aramıza girdiler. Ondan sonra da o zamana kadar sözde bizim olan Girit adası, temelli olarak Yunanistan’ın oldu ve bu güne gelindiğinde ise Türkiye, Yunanistan’a gayet iyi tesir edecek kozlara, tedbirlere sahiptir. Geç kalmış olmakla beraber, planlı bir propaganda faaliyetine girişmek ve yine planlı bir diplomatik faaliyete girişmek lazımdır. Uyuşukluk, durgunluk çıkar yol değildir. Türk milleti, Türkiye’nin gelecekteki evlatları bunu bir an akıldan çıkarmamalıdırlar. Yunanlılar aleyhimizde faaliyetler gösterdikçe, okul kitaplarında topraklarımız üzerinde hak iddia eden fikirler, yazılar bulunup, çocuklarına bunları telkin etmeğe devam ettikleri müddetçe, basınında daima aleyhimizde ve kendi vatanımız üzerinde iştiha ve hak belirten davranışlarda bulunmağa devam ettiği müddetçe Türk milletinin hedefi; Selanik, Batı Trakya ve Anadolu’nun parçaları olan adalardır.

 

 

 

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.


HIZLI YORUM YAP

300x250r
300x250r

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.