DOLAR %
EURO %
ALTIN 2.501,360,70
BITCOIN %
Lefkoşa
°

02:00

İMSAK'A KALAN SÜRE

Denktaş;  Beyaz atlarla indiler

Denktaş; Beyaz atlarla indiler

ABONE OL
20 Temmuz 2018 15:23
Denktaş;  Beyaz atlarla indiler
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bir paraşüt subayının yanında durdum. Onunla da kucaklaştık, öpüştük. Konuşmaya başladık. Kendisine, uçaktan, Rum ateşi altındaki bu yanan ovala­rın içerisine nasıl atladığını, “Bu ateşin içerisine atladı­ğınızda içinize korku düşmedi mi?” diye sorduğumda cevabı şu oldu oldu:

“Belki inanmayacaksınız, ben hurafeye inanmam. Üni­ver­site talebesiyim. Ama o uçaktan atladığımda sanki ba­na etrafımızda beyaz atlar üzerinde yalın kılıç binlerce 1571 askeri göründü ve onlarla birlikte indik” dedi

 

15 Temmuz sabahı saat 8.30’da yazıhanem­de çalışırken silah seslerini işittim ve hemen arkasından Maka­rios’a darbe haberi geldi. Rum radyosundan marş­lar, “Makarios ölmüştür” anonsları ortaya çıkınca ilk yap­tığım iş Türk Hükümeti’ne, “Bu darbe Enosis için yapıl­mıştır. Derhal müdahale gerekir. Müdahale zamanında yapıl­mazsa Kıbrıs meselesini kaybetmiş oluruz ve Kıbrıs Türk olarak çok zor durumda kalırız,” şeklinde bir mesaj gönder­mek oldu.

“SAKIN KARIŞMAYINIZ”

Mücahitlerimizin psikolojik durumunu bildiğim için derhal mücahitlere dönük bir açıklama yaptım ve “Sakın karışmayınız. Bu Rumlar arası bir iştir. Emirsiz bir şey yapmayınız. Bizi ilgilendirmez,” şeklinde uyarılarla mücahit­lerimizin zamansız bir hareket başlatıp kendi bölgelerindeki halkı ezdirmelerinin önüne geçmek iste­dim. Çünkü tarihlerinde okuduk, Yunanistan’da milli­yetçi Yunanlılarla, komünist Yunanlılar çarpışırken da­ima her iki taraf da diğerine saldırmaya giderken bir Türk köyünün üzerinden veya kenarından geçer ve ora­daki Türkleri de hırpalardı. Dolayısıyla bunların iç mü­dahale­leri kendilerine Türkleri unutturmuş olamazdı. Bu ne­denle devamlı surette bunun üzerine durmayı yeğ­ledim ve Allaha şükür hiçbir olay bizim tarafımızdan başlatıl­madı. O günlerde başlatılsaydı tekrar ediyorum sonuç çok feci olurdu.

“MÜDAHALE GEREKLİDİR”

Hemen hemen her gün, Türkiye’ye günde belki bir-iki belki de daha fazla mesajlarla durumu bildiriyorduk ve ıs­rar ediyordum: “Müdahale gereklidir. Şarttır,” diye en so­nunda herhalde Başbakan Sayın Ecevit biraz da tedirgin olmalı ki TC Büyükelçiliği’ne bir mesaj geldi:

“Sayın Denktaş’a söyleyiniz endişe etmesinler. Hükü­met olayları çok yakından izlemektedir. Konjoktür hazır­lamakta­dır.” Bu konjoktörü hazırlama noktasında bir pa­rantez açarak size bir anımı anlatayım:

Darbeden iki-iki buçuk ay evveldi. Bir rüya gördüm. Ata­türk etrafında bir toplulukla Girne kapısından içeri gi­riyordu. Ben de etrafımda bir toplulukla kendisini karşıla­dım.

“Atam, bizi kurtar artık. Dayanamıyoruz. Mümkün de­ğil, dayanamıyoruz,” dedim, elini öpmeye çalıştım.

Bana sert sert baktı. Sonra gülümseyerek, “Konjoktür önemlidir. Denktaş, konjoktüre dikkat ediniz,” dedi.

Uyandığımda bu rüyanın şok etkisi altında kalmıştım. Bu sanki rüyanın ötesinde bir şey gibiydi.

Sanki Atatürk’le hakikaten karşılaşmış, konuşmuşum duy­gusunu taşıyordum. Çok heyecanlıydım. Sabahleyin erkenden saat 09.00’da Büyükelçi Asaf İlhan Bey’e gittim. Kendisine bu rüyayı anlattım ve rüyayı günlüğüme de yazdım. Dolayısıyla 15 Temmuz’dan sonra Sayın Ece­vit’ten “Konjoktüre dikkat ediyoruz, konjoktüre bakıyo­ruz” şeklindeki mesaj gelince, “Asaf Bey geliyorlar,” de­dim.

“Nereden bildin?” dedi.

“Hatırlamıyor musun rüyamı? İki buçuk ay önce ben sana geldim söyledim,” dedim.

Hatırlamadı. “Defterime de yazdım” deyince, ben da­i­reme gelmeden bir memurunu gönderdi. Hakikaten gün­lüğün o sayfasını çevirdik tekrar okuduk.

AMERİKA’DAN GELEN SESLER

19 Temmuz’da artık Amerika’dan gelen sesler, “Canım Ni­kos Sampson artık idareyi ele almıştır. Çatışma dur­muştur. Halktan tebrikler gidiyor. Artık herhalde kendisi­ni kabul edebiliriz” gibi hava esmeye başladı. Bu bizi da­ha da endişelendirdi. Her gün yabancı gazeteciler geliyor. Bu oturduğumuz odanın arka tarafında Ledra Palas’dan vurul­mayacak şekilde siper alarak bahçede oturuyorduk. Onlar biralarını yudumlarken günün de muhasebesini ya­pıyorduk.

19 Temmuz’da bana; “Türkiye gelecek mi, gelmeyecek mi? Ne dersiniz?” diye bir soru tevcih ettiler. Dedim ki, “Kırk sekiz saate gelirse gelir, gelmezse artık çok geç ka­lır.” Çünkü ben Amerika’nın tanıma eylemine gireceğini istih­bar etmiştim. Bunlar bu sözümden heyecanlandılar ve o gece Rum tarafına geçeceklerine geldiler Saray Otel’de üslendiler.

 

“BEKLEDİĞİNİZ GÜN GELDİ”

19’unda akşamüstü saat 19.30 sularında Asaf İlhan Bey’in (TC Büyükelçisi) hanımı ile birlikte hiç yapmadığı bir yürü­yüşü yaptığını, yürüyerek bizim kapının önünden geçti­ğini, benim içeride olup olmadığımı sorduğunu, içeri­de olmadı­ğım kendisine söylenince “O zaman akşama ara­tırım selam söyleyin,” dediği, bana duyurulduğundan herhalde bir şey var diye yine heyecanlandım ve ümitlendim.

Hakikaten birkaç saat sonra beni arattı. Yanında o dö­nemin Bayraktarı da vardı.

Bayraktar Nazmi Bey’di zannedersem adı, ve bana “Beklediğimiz gün yarın sabah” dedi.

Saat 20.30 civarındaydı. 19 Temmuz akşamı.

Ve,  en uzun gece başladı. Tabii ki sarıldık, ağlaş­tık. Sevinçten gözlerimiz yaşarmıştı.

Ondan sonra benim içime bir durgunluk çöktü. Olma­ması gereken bir savaş olacaktı. Kıbrıs davası yaratılmamalıydı. Bu dava Makarios tarafından yaratıl­mıştı. Hallet­meliydi. Halletmemişti. Türkiye’nin ga­ranti hakkı oldu­ğunu bilerek gerilemeliydi, gerileme­mişti.

Ve şimdi savaş olacak ve savaş gencecik insanlarımı­zın ve kardeşlerimizin şehit olması ile sonuçlanacaktı. Netice­den endişemiz yoktu ama neden olsun diye içimde taş gi­bi ağırlık hissettim.

“YARIN SABAH GELİYORLAR”

Yapılması gereken işler arasında derhal bizim bir ka­rargâh bulmamız gerekiyordu. Hava saldırılarına, havan saldırılarına karşı Kooperatif Merkez Banka­sı’nın zemin katını seçtik. Karargâhı oraya nakledecek­tik. Fakat bana verilen talimat, “Saat 05.00’e kadar yani çıkarma başlayın­caya kadar sakın ha kimseye bir şey söyleme” şeklindey­di. Ancak söylemeden yapılmaya­cak işler de vardı. Karar­gâhın toparlanması, taşınması, radyoya, televizyona veri­lecek beyanatların hazırlan­ması, tercümesi, bunun üzeri­ne saat 22.00’yi zor bekleye­bildim. 22.00’de arkadaşları bir bir çağırdım. Bakan arkadaşları, müsteşarları, kendilerine her tebli­gatı yaptığımda “Yarın sabah geliyorlar,” dedi­ğimde evvela bir sevinç öpüşme ağlaşma, sonra “eve gi­dip geleyim” istekleri ile karşılaştım. “Hayır, ben size bu­nu söyledim. Artık bu kapıdan çıkamazsınız Türk Ordusu gelinceye kadar burada kalacaksınız,” dedim ve öyle yap­tık. 24.00’e kadar bekledik. Benim darbe gününden itiba­ren Birleşmiş Milletler’in verdiği ikametgâhta kalan bir ir­tibat subayım vardı. Avusturyalı. Ona bol bol şarap içirip, “Sen çık yat,” dedik. O da çıkıp yattı. Ondan sonra biz ka­rargâhı taşıdık ve sabahın beşinden itibaren bizim radyo­muz Bay­rak “Türkler Ada’nın dört tarafından çıkıyorlar,” diye yayma başladı.

Bize gelen tebligatta saat 05.00’te çıkılacak deniyordu.

“ANONSU YAPTIK”

Ama Türkiye saati ile 05.00’ti galiba. (Yaz saati)Türkiye saati, Kıbrıs saati demediler. Biz gelecekler di­ye 05.00’i baz olarak aldık ve anonsu yaptık ve neticede Rum’a bir saat erken haber vermiş olduk. Allahtan Nikos Sampson bunlara inan­madı. Ve fazla bir tertibat alamadı­lar. Ayrıca dört bir taraf­tan çıkıyor dediğimiz için ne tara­fa bakacaklarını bilemedi­ler.

Benim bu şekilde konuşmam, kaç gündür, “Bu Rumlar arası bir iştir sakın karışmayın ha,” dediğim mücahitler üzerinde elektrik şoku yaptı ve derhal mevzilere harekete geçmeye kalkıştılar ve kalkışır kalkışmaz da tabii Rumlar bu zayıf kuvvetleri bir bir söndürdüler. İnsanlarımızı esir aldılar, bazı yerlerde büyük harabiyet yaptılar.

Hâlâ daha bana Limasol’dan, Baf’tan, “Dört bir taraf­tan geliyorlar dedin, başımızı belaya soktun,” diye takılan arka­daşlar var. Ben de, “Ya Yavuz çıkarma plajından geli­yorlar mı diyecektim,” diyerek şaka yollu cevap veriyo­rum on­lara.

O gece hiç uyunmadı tabii. Gittim benim irtibat subayı­nı uyandırdım. Yataktan fırlayıverdi.

«Ne var?” dedi.

“Çıkarma var,’ dedim.

“Ne çıkarması?”

“Türk çıkarması.”

“Aman.” dedi pantolonunu giyerek merdivenleri inişi­ni hatırlıyorum. Derhal karakola telefon etmek istedi. Te­lefon hatlarını kestiğimizi, karargâhı başka yere nakletti­ğimizi anlattım. Aldık onu da karargâha götürdük.

O adamın Kooperatif Merkez Bankası’nın önünde bi­zimle birlikte Girne dağlarına bakışını ve bekleyişini hatır­lıyorum.

“TOP SESLERİ GELMEYE BAŞLADI”

Gecikmeyle de olsa evvela derinden top sesleri gelme­ye başladı, sonra arkasından uçakların paraşütçüleri in­dir­meye başladığını gördük. O an etrafımda olanların yer­lere kapanıp toprağı öpüp şükürler olsun dediklerine ta­nık oldum. O soğuk Avusturyalı da bu manzaraya bir baktı ondan sonra iki eliyle elimi avuçlarının içine aldı iç­tenlikle, “Sizi kutlarım artık kurtuldunuz,” dedi. Bundan benim çıkarttığım anlam şu: Bu subay katliamın nasıl ya­yılacağını biliyordu. Onun bilinci içerisindeydi.

O çok sıcak, o çok heyecanlı şekilde elime yapışıp, “Ar­tık kurtuldunuz” demesini hiç unutmuyorum. Allaha çok şükür hakikaten kurtuluşumuz başlamıştı. Tabii ertesi gün sabah olur olmaz Asaf İlhan Bey’le buluştuk. Hava İndirme Tugayı’nın komutanı bize geliyormuş. Biz ise he­yecanımızdan bekleyemeyerek arabaya atlayıp Alayın Orta­köy’ün doğusunda bir çadırda kurulan harekât merke­zine gittik. Orada herkes heyecanla bize durumu anlatı­yordu. Kısa bir görüşmeden sonra harekât merkezinden çıktık. Bizi uğurlamak için Allahtan hepsi bizimle birlikte dışarıya çıktı. Biraz sonra biz köşeyi döndük ki tam çadı­rın üzerine bir havan mermisi düşmüş, Allahtan kimseye bir şey olma­mış.

“HER YER ATEŞ İÇERİSİNDE”

Geri geldiğimizde komutanın bizi aradığını işittik. O an buluşamadık. Hazırlıklar devam ediyordu. Yaralılar getirilmeye başlandı. Onları ziyaret ettik. Öğleden sonra saat 14.00 veya 15.00’e doğru Osman Örek’i yanıma alarak Boğaz’a gittik. Nurettin Ersin Paşa’nın geldiğini duyunca karşıla­maya gittik. Ersin Paşa’yı ilk kez orada gördüm. Etraf ya­nıyor, bütün tarlalar ateş içerisinde, asker koşuşuyor, bü­yük bir heyecan var, fakat Ersin Paşa sanki evinde oturuyor­muş gibi soğukkanlı, harita üzerinde çalışıyor. “Denk­taş Bey geldi,” dediler. Derhal kalemi bıraktı. Döndü, sa­rıldı.

“Emirleriniz Paşam,” dedim.

O bana kahve mi, çay mı istediğimi soruyor. “Aman Pa­şam, biz kahveden çaydan geçtik, biz ne yapabiliriz onu sormaya geldik.” Böyle bir manzara unutamayacağım bir şey. Yani bir sorumlu subayın bu kadar soğukkanlı oluşu kendine hâkimiyeti ve etrafa hâkim oluşu bende unuta­mayacağım bir anı bıraktı.

“BEYAZ ATLILAR”

O arada ben, sağda solda yürüyorum. Subaylarla ko­nuşu­yorum. Bir paraşüt subayının yanında durdum. Onunla da kucaklaştık, öpüştük. Konuşmaya başladık. Kendisine, uçaktan, Rum ateşi altındaki bu yanan ovala­rın içerisine nasıl atladığını, “Bu ateş sahnesinin içerisine atladı­ğında içinize korku düşmedi mi?” diye sorduğumda cevabı çok ilginç oldu:

“Belki inanmayacaksınız, ben hurafeye inanmam. Üni­ver­site talebesiyim. Ama o uçaktan atladığımda sanki ba­na etrafımızda beyaz atlar üzerinde yalın kılıç binlerce 1571 askeri göründü ve onlarla birlikte indik,” dedi.

Bu bir inanç meselesi, bir itikat meselesi. Kur’an-ı Ke­rim’de bu var, şehitler gizli askerlerdir. Bunlar ölmez, on­lar yardımcıdır, diye.

Ona inanmış olacak ki kendine bu göründü. Benim için bü­yük olay, büyük manevi bir olay ve Türk askerinin gü­cünü gösteriyor. Allah’a o kadar inanmış ki yalnız olma­dığının bilinci içerisinde hareket ediyor.

O gece tabii zor şartlar yaşadık.

“ÖLÜM KALIM SAVAŞI”

Biz akşamüstü Ersin Paşa’dan dönüyorduk. Gönye­li’ye girdik. Gönyeli’nin çıkışında arabamızın bir sağına bir soluna havan mermileri düşmeye başladı. Biraz ilerledik ki köşedeki bir evin üzerine bir havan mermisi düştü ve biraz ilerideki elektrik direği önümüze devrildi. Benim re­aksiyonum şoföre “dur” demek oldu. Şoförün reaksi­yonu ise süratle düşüşün arasından geçmek oldu ve ani karar bizi kurtardı. Meğer işte iki Alay o an ölüm kalım mücadelesindeymiş. Ben de sandım ki ta uzaktan bayrağı ve arabayı görüyorlar ve uzaktan atıyorlar. Halbuki ölüm ka­lım savaşının tam içinden geçiyoruz. Arabaya bir mermi daha saplandı.

“TÜRK ASKERİ GELSİN”

Lefkoşa’ya geldik, yaralılar, mücahitlerin “Hani ya, Türk askeri henüz gelmedi” mesajları.

Oğlum Raif; ertesi sabahtı zannedersem. Bölüğünden, (22. Bölükteydi) karargâha geldi. Kendisini komutanı gön­dermiş. Bir fısıltı yayıldı, “Türk askeri gelemedi, çıka­madı,” diye. Söylentinin büyüdüğünü söyledi. Çünkü Rum rad­yosu denize döktük, mahvettik, püskürttük diye sürekli yayın yapıyor. Raif, “Büyük bir maneviyat bozuk­luğu başlı­yor baba,’ dedi ve devam etti: “Beş-on tane da­hi olsa Türk askeri gelemez mi, görsünler bir, canlansınlar insan­lar.”

Ben bunu derhal Bayraktar kanalıyla Ersin Paşa’ya du­yur­dum. Çok önemli olduğunu, moral konusunda çok has­sas bir durum ortaya çıktığını bildirdim. Biraz sonra on-on bir kişi geldi. Hallerinden iki gün, iki gece belki de daha fazla uykusuz, yorgun oldukları, harpten çıktıkları besbel­liydi. Emir istediler. Evvela bir şeyler yiyin, bir şey için bi­raz dinlenin diyecek olduk. “Katiyen, biz cepheye gidece­ğiz, görevliyiz,” dediler, “Emriniz nedir?” diye sordular.

Bunun üzerine bunları sınırlara götürdük. Orada bizim mü­cahitlerle kucaklaştılar, konuştular. Büyük bir manevi­yat doğdu, moral yükseldi ve “Artık geldiler ya ölürüz, hiç önemli değil,” diyenler vardı.

Geri döndüklerinde zorla yemek yedirdik. Ayakları pe­ri­şandı, yün çoraplar ayaklara işlemiş vaziyetteydi. Herhal­de üç-dört gün botlarını hiç çıkarmamışlardı. Onları tedavi ettik. Kendilerine yeni çoraplar verdik gittiler. Allah hep­sinden razı olsun. Bilahare hastanelere gittik. Zaten o gün­lerde sık sık yaptığımız bir iş de hastaneleri ziyaretti.

“SİLAHLARIMI İSTERİM”

Şimdi Atatürk Enstitüsü olan okulda (Kızılay Binası), gi­rişte sedye üzerinde yaralı bir subay beni tanıdı, yaka­ma sarıldı. “Silahlarımı isterim, Denktaş Bey. Ben silahsız olamam,” diye feryat etmeye başladı. “Türk bölgesindesin, silaha lüzum yok, emniyettesin,” dedik kendisine.

“Emniyet için değil, ben savaşacağım, silahlarımı iste­rim. Arkadaşlarıma gideceğim,” diyerek ve büyük bir efor sarf ederek birdenbire ayağa kalktı. Bunu gören ve hemen yanındaki sedyede yatan kendisinden perişan er de fırla­dı, “Ben de geliyorum komutanım,” diye. Zorla ikisini de yatırdılar, iğne yaparak teskin ettiler.

Doktorlar, “Bu bir harikadır, mucizedir, bunlar değil ayağa kalkmak, yattıkları yerde kımıldayamayacak du­rumdadırlar nasıl oldu bu iş,” diye konuşuyorlardı.

“TÜRK ASKERİ AĞLAR MI?”

Oradan şimdi Polis Dikimevi olarak kullanılan o za­man hastane olarak kullanılan eski Viktorya okuluna git­tik. Orada genç  bir subay yatıyor ve ağlıyor da. İşte insan o hallerde ne diyeceğini bilemiyor ki!

“Canım Türk askeri ağlar mı?” diyecek oldum. Tabii söy­lenecek laf değildi.” Acımdan ağlamıyorum. Ayağımı kestiler, savaşamayaca­ğım ona ağlıyorum.”

Çok mahcup oldum. Eğildim yanaklarından öptüm. Önünde ağlamamak için acele dışarıya çıktım.

Bu gibi vakalar ve olaylar hakikaten o günlerde bizim vü­cudumuzda deveran eden kan gibiydi. Hiç uyku yok, şehitler görüyoruz, kahroluyoruz. Ben bir talimat vermiş­tim:

“Gelen şehitlerin isimlerini bana söylemeyeceksiniz. Kaç tane oldu, onu söyleyeceksiniz,” diye.

Birdenbire oğlumun şehit olduğu haberi gelebilir diye bunu kendi kendime kararlaştırmıştım. “Söylemeyin,” de­dim ve üç-dört gün böyle geçti. Şehitler geldi, kaydedildi, gitti, üç-dört gün sonra korkarak listeyi açtım baktım. Ta­nıdığım arkadaşlarımın evlatları şehit olmuş, onları gör­düm. Tabiatıyla çok üzüldüm ama o hallerde insanın kal­bi taş oluyor.

Şehit oldular, vatan için oldular, ağlamamak lazım, gev­şememek lazım, dayanmak lazım, bu acıyı sineye çek­mek lazım gibi bir duygu içerisine giriyor insan… Allah hepsine rahmet eylesin. Gencecik çocuklar gittiler ama ge­ride bıraktıkları büyük bir mutluluk, hürriyet, vatan!

Ada’nın dört bir tarafında çıktılar çıkıyorlar haberi ve­ril­diği için herkes derhal ve süratle kurtarılacağı inancı içerisine girmişti.

“CENEVRE TOPLANTILARI”

Birinci Harekât durdu, Cenevre, toplantıları başladı de­nince muazzam bir moral bozukluğu başladı. Fakat bazı bölgelerde Rumlar, “Türkiye artık geldi,” diyerek iyi mu­ameleye başlamışlar bazı bölgelerde, genelde Baf tarafla­rında ise muazzam bir baskı başlamış, bazı yerlerde de kat­liama geçilmişti. Onun için gelen mesajlar değişikti. “Daya­nırız, kurtarılacağımıza eminiz,” diyenler çoğunluktaydı.

Ben esas İkinci Harekât’tan sonra, Klerides’le birlikte Po­li’ye, Baf’a gittim. Israrlarım üzerine ben onu Rumlara getirdim. O da beni Türklere götürdü. Türklerin ne feci şartlar içinde yaşadıklarını o zaman gördüm.

Bir kadının bacaklarından itibaren bütün vücudunda yedi-sekiz mermi sıkılmış ve bize vermiyorlar. Çünkü te­cavüze de uğramış. Bu ortaya çıkacak diye vermiyorlar. Bunları gittik, gördük kurtardık. Allah kimseyi o duruma düşürmesin, zordur.

“İKİNCİ HAREKAT BAŞLADI”

İkinci Cenevre Konferansı’nda bulunduk tabi. Orada heye­canlı günler, yorucu günler, çok gergin günler geçti ve nihayet İkinci Harekât başladı. Konferans gece yarısı bir netice alamadan sona erdi. Ben Klerides’e gittim, kendi­sine, “Birinci Cenevre Anlaşması’nda söz verdiniz köyleri­mizden muhasarayı kaldıracaktınız, kaldırmadı­nız. Bu­raya gelinceye kadar çok acı raporlar aldım köyle­rimizden. Değirmenlik civarında askerimizin etrafına ma­yınlar döşedi­niz. Kaldıracaktınız, kaldırmadınız. Yuna­nistan’dan iki gemi dolusu asker geliyor, geri döndürün dedik döndür­mediniz.”

“Türk askeri ile aranızda bir ara bölge oluşturacağız, as­ker kendisini tehdit edilmiş hissetmesin dedik, yapmadınız. Bunları derhal yap. Benim önümde, al telefonu Kıbrıs’a tele­fon et, emir ver, bunları yaptırt ki yeni bir harekât olmasın.”

Hiç umursamadı, zannedersem Yunanistan’ın asker gön­deriyor, zaman araya giriyor, büyük devletler araya girecek artık Türkiye bir şey yapamaz inancı içerisindeydi ve hiç dinlemedi. Dolayısıyla o gece konferans saat 02.00’ye doğru durdu. Geldik bir yahut iki saat ancak uyuduk ki telefon çaldı. Reuter muhabiri bana:

“Kıbrıs’ta İkinci Harekât başlamıştır, ne diyorsunuz?” diye soruyor.

“Bir şey söylemek gerekmez,” dedim. Acele giyindim, dışa­rıya çıkarken aynı hotelde kalan Rum ekibi gördük. Baktım bavulları ile asansöre giriyorlar. Karşı karşıya gel­dik. Rum Heyeti’nden Triandafilidis bana döndü:

“Bunun acısını çekeceksiniz,” dedi.

Yüzüne baktım, “Allah, yardımcınız olsun. Hadi güle gülededim.

 

 

En az 10 karakter gerekli


HIZLI YORUM YAP

300x250r
300x250r

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.