10 Ağustos 2020 Pazartesi
Azerbaycan'dan tanınmaya yönelik tam destek mesajı
GAÜ Muazzez İlmiye Çığ’ın vefatı dolayısıyla taziye mesajı yayımladı
Prof. Dr. Ata Atun; Biz İsyan Etmedik
Atilla ÇİLİNGİR; ONLARIN ACILARI SESSİZ AMA ÇOK DERİNDİR…
Aydın AKKURT; 21 ARALIK, GİRİT VE KIBRIS
Antalya’da tıbbi aromatik bitkilerin yaygınlaştırılması ve bilinçli tarımla üretilmesi için çalışma yapılıyor
NACAK GAZETESİ- Yurdundan sürgün edilen Rauf Raif Denktaş, her ne pahasına olursa olsun vatan bildiği topraklara dönme kararındadır.
Yüreğini yakan vatan hasretine ve Mücahitlerin “gel” çağrıları üzerine, Türk Hükümeti’nin bilgisi dışında TMT’nin ilk Lideri Albay Rıza Vuruşkan’la birlikte 1964 yılında Erenköy’e doğru yola çıkar. “Beni de götürünüz” diyerek ellerine sarılan oğlu Raif Denktaş’a “annen ve kardeşlerin sana emanet” diyen Rauf Raif Denktaş, Başbakan İsmet İnönü’ye iletilmesi için aşağıdaki mektubu bırakır:
Denktaş’ın, Başbakan İsmet İnönü’ye mektubu
30 Temmuz 1964
Pek Muhterem Paşam,
Nihayet Kıbrıs’a gidebilmek imkânı buldum. İnandığım bir dava uğruna fiilen hizmet etmek fırsatı bana verildiği için müteşekkirim.
Anavatan’a tamamen inanan ve bütün gençliği ve halkı bu inanca sürükleyen bir kimse olarak, Kıbrıs davasını yalnız başımıza halledemeyeceğimizi, Anavatan pek yakın bir gelecekte yardımımıza gelmediği takdirde hepimizin de mahvolacağını biliyorum; Anavatan’ın yardımımıza geleceğine inanıyorum ve bu inançla gidiyorum.
Mansura – Koççina bölgesine vuku bulacak herhangi bir hücum Yunan komandoları tarafından yapılacaktır. Bu bölgede Kıbrıs Türkü’nün yüksek tahsil gençliği nöbettedir. Bunları takviyesiz bırakmayacağınıza eminim. Lütfen ve merhameten bu bölgeye komando birlikleri göndermenizi rica ederim.
Kıbrıs Türkü, son boykotlar ve tevkifler dolayısı ile ve Rumların ithal ettikleri malzeme ve personel karşısında takatlarının sonuna gelmişlerdir. Mücadele birkaç ay daha bu şartlarla uzatıldığı takdirde çöküntü başlayacaktır. Size inanıyoruz; son darbeyi indireceğiniz günü bekliyoruz. Türk Milleti’ne yeni bir zafer kazandıracağınıza eminiz. Hürmetle ellerinizden öper, başarılar dilerim Paşam.
Saygılarımla
Rauf R. Denktaş
İnönü mektubu arşive gönderir.
SAVAŞ ALANINDA
Denktaş Erenköy’de
Ağustos 1964… Kıbrıs Türkü’nün Türkiye ile olan yegane irtibat kapısı olan Erenköy 20 mil kare bir sahayı kapsamaktadır. Ankara’da “Türk Kalesi” olarak bilinir. Millerce uzayan bir sahile sahiptir. 5 Türk köyü bu bölgede güvenlik içinde yaşamaktadır. Bölgeye üniversite öğrenimi gören 650 kadar mücahit çıkmıştır. Köylü mücahitlerin de takviyesi ile bin kadar Kıbrıslı Türk bu önemli bölgeyi korumaktadır.
ERENKÖY’DE İSYAN HAVASI
Denktaş’ın Ankara’da çile doldurduğu bir gün, Erenköy’den tanıdığı, silah taşımakta öncülük yapan Mahmutoğlu kardeşlerin küçüğü Celal Ankara’da çıkagelir. Erenköy’deki durumun hiç de iyi olmadığını anlatır. Komutana büyük tepki vardır. Erenköy halkı adeta isyan içindedir.
Gerekli girişimler yapılır ve komutan geri alınır. Yeni komutan olarak TMT’nin esas kurucularından Rıza Vuruşkan görevlendirilir. Vuruşkan’la Denktaş’ın da Ada’ya çıkabileceği kararlaştırılır. Bundan İnönü’ye ve Denktaş Ada’ya çıkıncaya kadar Dışişlerine bilgi verilmez.
Denktaş anılarında Erenköy’den şöyle bahseder:
Erenköy benim için aziz hatıralarla dolu bir yerdir. Gönüllü köylüler ufacık sandallarında, Türkiye ile ilk irtibatı buradan kurmuşlardı. Bu yolda can verenler de vardı içlerinde… Ada’ya ayak basarken bu gönüllü kahramanlardan birisi ile karşılaşmıştım, bana sarılmış, öpmüş ve bütün saflığı ile “Gelmeseniz olmaz mıydı Denktaş Bey?” deyivermişti. Şaşakalmıştım. Ne demek istediğini sordum. “Yani… şimdi Rumlar sizin burada olduğunuzu işitirlerse bize hücum etmezler ve sizi öldürmezler mi diye düşündüm?” dedi. Ne cevap vereceğimi şaşırmıştım.
Hakikatte Rumlar üç günden beri bölgenin etrafına yığınak yapmaktaydılar. Bölgedeki Finlandiyalı askerler bu haberi getirmişlerdi. Ada’ya benimle gelen komutan, kıymetli arkadaş ve değerli bir asker olan Rıza Vuruşkan bu haberi alır almaz 48 saat uyumamış, bölgeyi gezmiş ve geri geldiğinde bana, “Rauf Bey, Rumlar bugüne kadar buraya neye hücum etmediler? 20 mil kare araziyi 650 genç koruyamaz. Ne mevzi ne istihkâm… Ben bu çocukları burada boşu boşuna öldürtmem” demişti.
Durumun vahameti Ankara’ya bildirilir ve komando takviyesi istenir. Cevap “Sakin olunuz. Bir şey olmaz. Makarios BM Genel Sekreterine de saldırı niyeti olmadığını teyit etti” denir.
Denktaş, Erenköy’den Lefkoşa’ya gidişini koordine edenlerin harekete geçmesini beklemeye başlar.
DENKTAŞ’IN ERENKÖY ANILARI
31 Temmuz 1964: Rıza Vuruşkan gelip Basın Sitesi’nden aradı… Alel acele hazırlandık.
Oğlum Raif’in bakışlarından benimle gelmek istediğini anlıyorum… “Yaşın biraz daha büyük olsaydı…” diyorum. Henüz 12 yaşında. “Evin erkeği artık sensin, beni utandırma” diyorum. “Merak etme baba” diyor.
Garip bir ayrılık hissidir bu. Allahaısmarladık.
Saat 11.30’da Erenköy’deyiz. 8 aylık bir ayrılıktan sonra Kıbrıs’a ayak basıyorum. İçimde tuhaf bir his var. Sanki Kıbrıs’a değil de işgal altında bulunan bir Anadolu parçasına geldim.
Bizi karşılayanlar hep yorgun, bitkin insanlar. “Hoş geldin” diyorlar. İçlerinde ağlayanlar da var.
Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Kıbrıs’tayım artık… Kıbrıs’ta!..
Ve bir bubi tuzağında canlarını kaybeden iki şehidimizi gecenin karanlığında alel acele gömüyoruz. Denizde Yunan hücumbotlarının silueti bizi izlemekte. Acı bir başlangıç.
1 Ağustos 1964: Burası Türklerin kalesi, Yegâne nefes borusu. Lefke’ye kadar toprağı fethetmek isteyenlerin yeri. Erenköy’e iner inmez ilk istihbaratı alıyoruz:
Rumlar dört bir tarafta yığınak yapmışlardır. 2-3 güne kadar genel bir hücuma geçeceklerdir.
Yeni komutan Rıza Vuruşkan vakit kaybetmeden vazife başı ediyor. Bu bölgede kuvvetler nelerdir? Teşkilât nedir? Nasıl mevzilenmiştir?
Küçük bir köy odasındayız. 2 yataklı bu odada Komutan yatıyor ve aynı zamanda karargâh olarak da kullanıyor.
2 Ağustos 1964: Sabahleyin erken kalktım. Köylülerle, Mücahitlerle konuşuyorum. Konu hep ayni:
Türkiye yardımımıza gelecek mi? Sonumuz ne olacak? Daha ne kadar dayanacağız, ne kadar zaman dayanabileceğiz?
Mücahitlere bakıyorum. Üniversite gençliği en müşkül şartlar altında çarpışıyor. Hepsi de yorgun. Hepsi de ümitli. Köy Mücahitleri de ayni durumda.
3 Ağustos 1964: Bugünden itibaren tarih ve gün bahis konusu değil artık. Gün doğuyor; mevzilerden ateş başlıyor. Gün batıyor, ateş azalıyor. Yorgun Mücahitler köy kahvesine doluyor, yerlere oturup kendi aralarında konuşuyorlar, şakalaşıyorlar.
Alevkaya’sına gittim. Gençler aslan. Battaniyeleri yok; 80 kişiye 10 yatak. Kış geliyor.
Ne olacak?
Bu iş kışa kalmaz inşallah.
Köylüler ümitli haber istiyor. En iyimser bir şekilde konuşuyorum. Dayanmamız lazım.
Dayanacağız.
4 Ağustos 1964: Makarios, en son olarak yeniden Birleşmiş Milletlere kesin teminat vermiş, Erenköy bölgesindeki Türklere saldırmayacaklarını teyit etmiş…
Bir ülkenin Cumhurbaşkanı yalan söyleyecek değil ya!…
Bölgeye saldırmak hazırlığı içinde oldukları görülüyor.
İsveçlilerden aldığımız habere göre Rumlar yığınaklarını tamamlamak üzeredir. Hücum mukadderdir.
5 Ağustos 1964: Beklenen saldırılar başlıyor…Rumlar, Piyenya ve Pirgo bölgesinden havan topları, sahra topları ve otomatik silahlarla, Mansura ve Bozdağ bölgelerine saldırdılar.
6 Ağustos 1964: Rumlar her şeyleri ile Ayyorgi istikametinden saldırıya geçtiler. Selçuklu’ya piyade taarruzu başlatıldı.
Selçuklu köyü etrafındaki mevzilerden Mücahitlerimiz çekilmek zorunda kaldılar.
Mücahitlerimizin boşalttığı mevzilere yerleşen Rumlar, Selçuklu ve Alevkaya köylerini yoğun bir ateş yağmuruna tuttular.
7 Ağustos 1964: Dillirga bölgesi denizden ve karadan ağır top ateşine tutuldu.
Mansura, Pahiammo, Alevkaya ve Mosfili bölgelerine karşı Rumların topyekün saldırısı sürmektedir. Aytotoro, Piyenya’dan açılan ağır bir ateş yağmuru altındadır.
Öğleden sonra saat 3.30’da Mansura’da elimizde bulunan Mali tepesi düştü.
Mansura ve Erenköy, denizden 40 mm.lik toplarla bombardıman edildi.
Ada sathında yüzlerce otobüs dolusu Rum “Türk’lerin denize dökülüşünü” seyretmek üzere bölgeye doğru yola çıkmışlardır. MAHİ gazetesi “Küçük Asya yenilgisinln intikamı alınacaktır” diye yazar!…
Ve bütün gece ateş devam eder.
8 Ağustos 1964: Alevkaya, Mansur, Bozdağ ve Selçuklu düştü.
Mücahitler geri çekiliyor…
Kadın ve çocukları Birleşmiş Milletler kendi kamplarına tahliye etmek ister. Kadınların cevabı “Biz erkeklerimizle kalacağız.”
Erenköy, bir tabak gibi, Rum mevzilerinin altında mahkum bir arazi halinde.
Öyle bir an geldi ki mukavemete devam ümidi yok oldu. Birleşmiş Milletler bize gelerek ne yapacağımızı sordu; “Rum ve Yunan zırhlı birlikleri süratle ilerlemektedirler, teslim olmaktan başka çare yok” dediler.
Komutan Rıza Vuruşkan’la istişare ettikten sonra kararımızı veriyoruz:
Sonuna kadar çarpışmak, teslim olmamak ve intihar etmek…
“O halde müsaade ediniz kadınları ve çocukları alıp gidelim” dediler. “Onlara sorunuz, gitmek isterlerse alınız” dedik. Birleşmiş Milletler askerleri kadınlara yaklaşarak tekliflerini yaptılar. Kadınlar hep bir ağızdan; “Biz erkeklerimizden ayrılmayız, öleceksek birlikte ölürüz” cevabını verdiler. Birleşmiş Milletler askerleri bu kahraman insanları selamlayarak “Good Luck” (bahtınız açık olsun) diyerek zırhlı araçlarına binerek uzaklaştılar.
Durumu Ankara’ya bildiriyoruz. Yarına zor dayanırız. Gelmezlerse Erenköy çökecektir.
Bazı gençler ağlıyor. Korkudan değil. Anavatan’ın bu kadar lakayt kalışına ağlıyorlar. “8 aydır bu yerleri müdafaa ettik, Türkiye gelecek, geldiğinde çıkacağı, yaslanacağı bir yer bulsun diye, meğer boşunaymış” diyorlar.
Bir Türk anası; “9 çocuğum var. 5’i kız. Rumlara bırakmam onları, denize götürüp boğacağım” diyor. Hıçkırıyor. Kadını kollarından tutup sarsıyorum.
Telsiz başında kan ter içinde telsizci çalışıyor, dinliyor. Cevap yok. Bunu etrafa duyurmamak için gayret sarf ediyoruz. Bir mesaj daha; bir tane de ben gönderiyorum.
Saldırı bütün şiddeti ile devam etmektedir. Rumlar kesin sonuç almak kararındadırlar. Yarın sabaha kadar direnebiliriz. Yardımımıza gelemezseniz, bunu engelleyen büyük milli bir neden olduğuna inanarak öleceğiz. Vatan sağolsun.
Birdenbire telsizci canlanıyor. Gözlerinde bir pırıltı var. Yazıyor ve okuyor:
Hava Kuvvetleri hareket emrini aldı, keşif uçuşuna geliyor.
Telefona sarılıyoruz. Mevzilere müjdeyi veriyoruz.
Ne büyük müjde.
Yorgun değiliz artık. Yalnız ve unutulmuş da değiliz.
Uçakları bekliyoruz.
Uzaktan bir şeyler görülüyor. Uçaklar diye fırlıyoruz. Gelenler uçaklar değil turnalar. Ebabülbül ordusu yerine, Turna ordusu geliyor diye şakalaşıyoruz da.
Ömer Sami Coşar üzüntü komasından çıkmış gibi. Fotoğraf çekiyor… “Bu iş oldu artık”.
Gözlerimiz Anadolu’ya yönelmiş…
Saat 17’00’de uçaklar geliyor. Dağlar inliyor. Sevinçten ağlayanlar, birbirlerine sarılanlar, havaya ateş edenler var… Kurtuluş bayramı… Türk kartallarının gölgesinde yeni bir hayata kavuşan binlerce insan Tanrısına şükrediyor.
Uçaklar bizi selamlayıp uzaklaşıyor. Rumlar kat’i neticeyi alacaklar.
Ateş şiddetleniyor…
9 Ağustos 1964: Sabahleyin Rumların hücumu yine şiddetleniyor. Epeyi bekledikten sonra Türk uçakları yine geliyor.
Sevinç içindeyiz. Gelen uçakların 64 olduğunu bilsek!…
Hâlâ, son Türk direniş noktasına akın akın gelen Rum kuvvetleri Pomo, Pahiammo, Limni, Poli, Piyenya, Alevkaya, Süleymaniye, Mansur ve Erenköy dolaylarında devamlı surette takip edilerek ateş altında bırakıldılar. Gençler, Rumlara geçen mevzileri almayı düşünüyorlar.
Tehlikeli. Hepsi o kadar yorgun ve bitkin ki. Yeni Komutan “Boşu boşuna can kaybı istemiyorum” diyor.
Haklı. Türk uçakları ayrıldıktan bir süre sonra göklerde yine uçaklar beliriyor. Herkes açığa çıkmış, tezahürat yapıyor. “Saklanın” diye bağırıyorum, dinleyen yok. Yunan uçakları saldırıyor ve halkı mitralyöz ateşine tutuyor. 3 şehit, 8 yaralı veriyoruz. Şehitlerden bir tanesi benim yanımda, yaralılardan biri benim ayaklarımın dibinde,.. Ölümün nasıl geldiğini, insanları nasıl biçtiğini yakından görüyoruz.
İsveçliler yine meydanda. Yaralıları alıyorlar., Köy kadınları köyü yine terk etmiyor. Herkes “Türkiye bu işe bu şeklide girdikten sonra canımız helal olsun” diyor.
Ankara’dan haber; “Personel ve malzeme geliyor.” Daha önce sabahlara kadar iki gece beklemiştik.
Seviniyoruz. Haberi yayıyoruz.
Nihayet geldiler, gidip bakıyoruz. Gelenler dört gün eğitim görmüş olan 40 Üniversiteli genç. Tepemiz atıyor. Bu mahkum bölgeye bu çocukları göndermeye kimin hakkı vardır? Durumun vahametini demek anlamamışlar.
Bizimle birlikte olan Ömer Sami Coşar elindeki silahı yere vurup, lanetler yağdırarak dağlara çıkıyor.
Rıza Vuruşkan yanıma gelip “Ankara bu işten hiçbir şey anlamış değildir. Ya sen, ya Ömer Coşar gidip anlatmalısınız” der.
Ve çıkıyoruz Ömer Sami Coşar’ı aramaya. Ama yok… Onu bulamıyoruz. Adam kızgınlıkla dağların yolunu tutup gitmiş.
Üniversiteli gençleri ve malzemeleri getiren gemi hareket etmek üzeredir. Rıza Vuruşkan “Denktaş Bey, sen gideceksin” der. Bunun üzerine silahımı Vuruşkan’a teslim ettim.
Ankara’ya gidip tekmil vermek için Erenköy’den ayrılıyorum…
10 Ağustos 1964: Ankara’ya doğru yolculuğum devam ediyor. Aklım, yüreğim Erenköy’de kaldı…
Bizimkiler şimdi ne yapıyor?
Ateşkes antlaşması imzalanmış…
İlk toplantıda karşılaştığımız birkaç zorluk vardı. Bunların başında konunun Dr. Küçük’e duyurulması konusuydu. İlk kez Dr. Küçük’e rağmen ve onun dışında bir teşkilat kurulacaktı. Ben buna şiddetle karşı çıktım. Neticede, Dr. Küçük’e kuruluştan evvel bilgi verilmemesini kararlaştırdık. İlk beyannameler dağıtıldıktan sonra Dr. Küçük’e gereken bilgiyi ben verecektim ve desteğini isteyecekti. Öyle de oldu. Fakat, Dr. Küçük TMT’nin tam teşekkülünden sonra İstanbul’da bir otel odasında Karabelen Paşa ve İsmail Tansu ile buluşup “AĞRI” kod ismi ile teşkilatın fahri başkanı yapılmasına rağmen teşkilatın üst kademesinde Dr. Nalbantoğlu’nun bulunuşu nedeniyle bu teşkilata daima kuşku ile baktı ve hal ve davranışları ile yıllar içinde teşkilat liderliğini çok zor duruma getirdi. Kanımca, kuruşu anında konu Dr. Küçük’e açılmış olsaydı ve Dr. Nalbantoğlu kurucular arasında görünmeyip arka planda kalsaydı Dr. Küçük ile teşkilat arasında zaman zaman beliren problemler de asgari seviyeye düşmüş olacaktı.
İkinci problem daha da çetrefilliydi. İki arkadaşım kurulacak teşkilatın hiçbir şekilde Türkiye ile irtibatlı olmaması görüşünü savunuyorlardı. İşe Türkiye karıştığı anda elimiz kolumuz bağlanacaktı. Halbuki, gaye teşkilatın desteklediği siyasi liderliğin Türkiye’yi de etkileyip, harekete geçirebilmesiydi . Ben arkadaşlarımın bu görüşüne de karşıydım. Çünkü, EOKA adı altında Rumların kendi halkına neler yaptığını görüyordum.
Tartışılan bir diğer konu ise evli olmamdı. Nalbantoğlu, gizli yeraltı teşkilatı kurucularının evli olmalarının sakıncalı olduğunu ileri sürüyor ve eşimden boşanmamın gerektiğini söylüyordu. Buna da şiddetle karşı çıktım.
HER AKŞAM TOPLANTI
Kemal Tanrısevdi’nin evinde , TMT’nin kuruluşuna kadar geçen süre içinde hemen hemen her akşam toplantılar yapıldı. Bu toplantılarda kurulacak teşkilatın isminin ne olacağı, VOLKAN’ın nasıl feshedileceği, VOLKAN’ın deşifre olmayan ve güvenilir elamanlarının belirlenmesi ve kurulacak teşkilata alınması, teşkilatın, örgütlenmesi, silahlanması ve Türkiye ile ilişkiler konuları tartışıldı.
SİLAH ALMA
Bu tartışmalar devam ederken ben Nalbantoğlu’na dedim ki “TMT adına para toplayıp gizli silah alma işinde ben asla yokum. Silah alma işini Türkiye’ye mal etmek gerekir, para ile silah alma işinde yokum. Çünkü kendi halkımı senin gibi çok iyi biliyorum. Bu iş bu memlekette üç günde şahsi ihtirasların aleti olur. Kontrol edemeyiz ve zaten biz bu işi bilmeyiz. Bu işi ya Türkiye’ye mal ederiz ve Türkiye bizi örgütler, böylelikle Türkiye’ye karşı sorumluluk içinde bu işi yürütürüz veya böyle başıboş bir yer altı teşkilatı kuracaksanız, biliniz ki ben bunda yokum.”
İlk fırsatta Ankara’dan uzman bir idareci, silah ve para isteyeceğiz. Kuruluşun Kıbrıslılarca sevk ve idaresine karşı çıktım. Az zamanda şahsi hesaplarla kargaşaya ve kardeş kavgasına dönüşür. Halktan silah için para toplama önerisine karşı çıktım. Halka hesabı kim verecek, silah Türkiye’den gelmeli.
TMT’NİN KURULMASINI GEREKTİREN FAKTÖRLER
1-EOKA’nın siyasi liderliğe bağlı olarak Rumların Enosis siyasetini güden bir yer altı teşkilatı halinde etkili faaliyeti ve Türk cephesinde hissedilen boşluk
2-Kıbrıs Türk halkının bölgesel ve birbirinden ayrı mukavemet hücrelerinin etkili bir şekilde faaliyet gösterebilmesi ve bu faaliyetlerin Türk davasına hizmet edebilmesi için gerekli görünen tek çatının oluşturulması.
3-Türkiye’deki mukavemetçilerle bağlantı kurulması.
4- Uzun vadeli bir mukavemete geçebilmek için halka ve desteğe itimat telkini.
Günler ve geceler boyunca toplantılar devam etti. Kurulacak olan yer altı teşkilatının adı TÜRK MUKAVEMET TEŞKİLATI olacaktı. Ben “MÜLAYIM”, Kemal Tanrısevdi “NAZIM”, Nalbantoğlu ise “RACİ” kod adını almıştı. Bu arada “Siyasi Komite ” ve “Merkez Komite ” de oluşturulmuştu. Sıra TMT’nin kuruluşunu duyuracak olan bildirinin hazırlanmasına ve dağıtılmasına gelmişti. Bu da büyük bir gizlilik gerektiriyordu.
Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu başkanı olarak 23 Kasım 1957 akşamı, Çağlayan Bar’da bir yemek düzenledim. Bu yemeğe katılanlar arasında Başkonsolos Burhan Işın, Kıbrıs Türktür Partisi başkanı Dr. Küçük, Asbaşkan Osman Örek, Konsolosluktan Alaeddin Gülen, Hazım Remzi, Kemal Tanrısevdi, Dr. Nalbantoğlu ve daha pekçok kişi katıldı.
Yemek gecenin geç saatlerine kadar samimi bir hava içerisinde devam etti. Misafirlerin dağılmasından sonra Tanrısevdi ve Nalbantoğlu ile bir araya geldik birlikte TMT’nin kuruluşunu duyuracak olan bildiriyi kaleme aldık. Bildiri şöyle idi,
KIBRIS TÜRK HALKINA
VOLKAN, 9 EYLÜL CEPHESİ ve buna benzer teşkilatlar lağvedilmiştir. Bunun yerine , Kıbrıs Türkü’nün bağrından çıkmış, gerek emperyalist Sömürge İdaresine, gerekse Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak yolunda Enosisi temine çalışan Rum sürülerine karşı Kıbrıs Türklerini savunma görevini üstlenmek üzere yeni bir teşkilat kurulmuştur. Bu bir saldırı değil, bir savunma teşkilatıdır. Bütün Kıbrıs Türklerini bu teşkilata destek olamaya ve bu teşkilat içinde yer almaya çağırıyoruz.
TÜRK MUKAMEVET TEŞKİLATI
MERKEZ KOMİTESİ
***
Nalbantoğlu bu bildiriyi çoğaltıp 38 saat içerisinde bütün adaya dağıtma görevini üstüne aldı. Yemek gecenin geç vakitlerine kadar devam ettiği ve pekçok kişi ile birlikte olduğumuz için kimse bizden şüphelenmeyecekti.
TMT’nin kuruluşunu duyuracak olan bildirinin çoğaltılıp, ada çapında dağıtmakla görevlendirilen Nalbantoğlu, bildiriyi Lefkoşa Türk Lisesi’ndeki teksir makinesinde çoğaltır ve 26 Kasım 1957 akşamı güvenilir VOLKAN’cıların yardımıyla bütün ada sathında dağıtımını gerçekleştirir.
TMT’nin ilk bildirisini okuyan Dr. Küçük, oldukça öfkeliydi. Sabahleyin karşılaştığımızda “bunlar da kim, benden habersiz neler karıştırıyorlar” diye sordu. Doktor oldukça şüphelenmişti. Kuşkularını giderip Doktor’u ikna etmek zannettiğim kadar kolay değildi. Doktor kendisinden habersiz, bilgisi dışında olan herşeye karşı çok duyarlı ve kuşkucu idi ve haklıydı. TMT kendisinden gizli kurulduğuna göre, kendisine ve liderliğine karşı olan bir teşkilattı. VOLKAN’ın lağvedilmesi, kendine göre kuşkularını doğruluyordu. Demek ki TMT kendisine karşı bir grup tarafından kurulmuştu ve hayra alamet değildi.
Dr. Küçük’ün şüphelerini gidermeye çalıştım. “Sana karşı bir hareket değildir, bunlar güvenilir arkadaşlardır, senin de siyasi liderliğini kabul ediyorlar” dedim. Kurucuların arasında Burhan Nalbantoğlu olduğu için kurucuların isimlerini vermedim. Doktor’dan, TMT’nin desteklenmesini istedim. Kısa bir süre sonra herşeyi bileceğini anlattım. Tatmin olmamıştı, fakat bir şey de demedi.
HALKIN SESİ gazetesi de geçte olsa 4 Ocak 1958 tarihli nüshasında yayınladığı bir haberde “VOLKAN diye bir teşkilatın kalmadığını ve bunun yerini yeni bir teşekkülün (TMT) aldığını” duyuracaktı.
TMT’nin kurulduğunun duyurulması Rum liderliğinde şaşkınlık yaratmıştı. Hemen, TMT’yi karalamaya ve yıpratmaya yönelik bir kampanya başlattılar. Rum gazetelerinde 28 Kasım tarihinde şu haber yer almıştı,
“İngiliz hükümeti Kıbrıs’ta Türkler tarafından bir yer altı teşkilatı kurulması için yardımda bulundu. Ankara ile Londra bu mevzu üzerinde istişare halinde olup, EOKA’ya karşı her an cephe alacak 600 kişilik bir kuvvet birliği kurulacaktır.”
Bu arada örgütlenme faaliyetlerini sürdüren TMT , 20 Aralık 1957 tarihinde de yeni bir bildiri yayınlar. Bu bildiri de şöyle deniliyordu;
“Kıbrıs Türklerinin yegane temsilcisi Türkiye’dir ve parolası TAKSİM sadece TAKSİMdir.”
İngiliz Sömürge İdaresi de , Sömürgeler Bakanlığı’na gizli bir rapor gönderir. 29 Kasım 1957 tarihli, 1824 nolu bu gizli raporda şöyle deniliyordu;
“TMT’nin 26 Kasım tarihinde kuruldu. Esas amacı Rum saldırılarına karşı Türkleri savunmaktı, ama kendisini Taksimi gerçekleştirmeye adayan bir örgüt haline geldi.”
Rumlar tarafından yayınlanan TIMES OF CYPRUS adlı gazete de şunları yazacaktı;
“Olayların ilk günlerinde ortaya çıkan VOLKAN , TMT tarafından devralındı. . Bu değişiklik daha ziyade bir isim değiştirilmesinden ibaret. TMT’nin gayeleri ve kullandığı metotlar VOLKAN’ın devamından başka bir şey olmadığı hususunda kimsenin şüphesi yoktur. TMT, VOLKAN’ı devraldı. Adanın başlıca bütün kasabalarında dağıtılan beyannamelerde şöyle deniliyordu; VOLKAN’a yeni kuvvet katmış ve VOLKAN’ın faaliyetlerini bütün Türk cemaatına ihata edecek şekilde adanın her tarafına yaymış bulunuyoruz.” (DEVAM EDECEK)
NACAK GAZETESİ- EOKA,1955 Nisan ayında faaliyete başlamıştı. Enosise karşı olan herkes EOKA’nın hedefiydi. Kıbrıs Türkleri Enosise karşıydı. EOKA’ya göre su ile ateşin bir arada olmaları mümkün olmadığından Türk ile Rum’un da bir arada olması , işbirliği yapması olanaksızdı.
Ben savcılıkta EOKA’nın her türlü faaliyetlerini , planlarını zaman içinde gizli dosyalardan ve polise intikal eden dosyalardan elde ediyordum. Bunları değerlendirerek Dr. Küçük’e ve onun kanalıyla Türkiye’ye duyuruyordum.
O güne kadar silahsız halk, sokak ve mahalle müdafaası için bir araya geliyor, gençler çeşitli isimler altında gruplaşıp EOKA’ya karşı bir direniş oluşturmaya çalışıyordu. Fakat bunlar amatörce yapılan işlerdi. EOKA, yer altı teşkilatı kurup, idare etmede uzman bir Yunan albayının sevk ve idaresindeydi. Yunan Genel Kurmayı’na bağlıydı. Eylemleri belirli bir siyaseti desteklemek için yapılırdı. Siyasi liderlik ile bu vurucu kuvvet arasında bir bağlantı vardı. Her hareket, her açıklama bir hesaba göre yapılıyordu.
BİZ DE TAM BİR KEŞMEKEŞ VARDI
Bizde ise durum tam bir keşmekeş içindeydi. VOLKAN adı altında teşkilatlanmış bazı kişiler Dr. Küçük ile temas eder ve Rumların bize yaptıklarına karşı eldeki olanaklarla gösterişe geçer veyahut Türk bölgesindeki bir Rum dükkanına zarar yapardı. Bu eylemler belirli bir siyasete uygun şekilde ve siyasi liderlikle koordine edilerek yapılmadığı için de, çoğu kez zararlı olurdu. VOLKAN’ı oluşturan arkadaşlar arasında bu keşmekeşin bu şekilde devam edemeyeceğini teslim edenler de vardı. Bunlarla konuştukça “birşeyler yapılması” gereğini görüyordum. Dr. Küçük de bu görüşteydi. Fakat ne yapılabilirdi? Gece gündüz bunu düşünüyorduk. Günler geçip olaylar yoğunlaştıkça acayip durumlarla karşı karşıya kalıyorduk. Mesela, Rumlar bir Türk öldürüyor, gençler galeyena gelerek yürüyüşe geçiyor, yürüyüş birden bire Rum mallarını yakma şekline dönüşüyordu. Tam o sırada bir İngiliz Polis subayı Dr.Küçük’e gelir “bu işi lütfen yatıştırınız” der, Dr. Küçük de polis jeepine binerek halk arasında gezer, itidal telkin eder, halkı dağıtırdı. Halk da Dr. Küçük’e olana saygısından dağılırdı. Veyahaut yapacak başka bir işi kalmadığı için dağılırdı. Fakat resmi makamalar indinde Dr. Küçük’ün emri ile başlatıldığı zannedilen bir olay, Dr. Küçük’e müracaat etmekle durdurulabiliyordu. Ve olaylar yayılıp Türklerin reaksiyonları da yoğunlaştıkça “Dr. Küçük eşittir VOLKAN” görüntüsü reaksiyonların değerini yok ediyor, değerlendirme hatasına neden oluyordu. İngiliz idareciler bu nedenledir ki, 1958 ocak olaylarına kadar Kıbrıs Türklerinin Kıbrıs’ta gerçekten hak iddiasında bulunduklarına ,inanmak istememişti.
AV TÜFEKLERİ
Etkisiz, silahsız, siyasi direktiften yoksun bir teşkilatın ciddiye alınmadığı aşikardı. Gün geldi, İngiliz idaresi bir gecede tüm av tüfeklerini topladı. Rumlar bu karardan erken haberdar oldular ve EOKA a kanalıyla tüm av tüfeklerini sakladılar, hükümete vermediler.
Ben de ertesi gün çıkacak kararname hakkında 24 saat evvelinden bilgi verdim, fakat kimse birşey yapmadı. Liderliğin kapısına gelip “silahları verelim mi” diye soranlara “vermeyip de ne yapacaksınız” cevabı verildi. Ve bir günde tüm toplum silahsız durumda kaldı.
GÖSTERİLER
Bu başıboşluluk, Kasım 1957’de had safhaya çıktı. Yine, bir Türk EOKA ’cılar tarafından öldürülmüştü. Gençler yine Dr. Küçük’ün evinin önünde toplanıp gösteriye başladılar. Dr. Küçük, halka heyecanlı bir konuşma yapmak ve toplantıyı Rumların bu barbarlığını dünyaya duyuracak bir protesto mitingine dönüştürmek için ikna edilmişti ki, İngiliz polis subayı jeepi ile Dr. Küçük’e geldi. Halkın dağılmasını istedi. Dr. Küçük de jeepe bindi, halkın dağılmasını söyledi. Hepimizin beklediği ve gerekli gördüğü dünyayı uyarıcı miting bir çırpıda günden dışı kaldı. “Teşkilattanım” diyen bazı gençler ise Rum dükkanlarına saldırmaya hazırlanıyordu.
Hayretten dona kalmıştım. Atatürk Meydanı’na dağılmakta olan halkla birlikte yürümeye başladım. Herkes haklı bir kızgınlık içindeydi. Niye sesimizi duyuramıyor, öldürülen kardeşlerimizin kanının niye yerde bırakıyorduk? Dr.Küçük, jeeple elinde mikrofon yanımızdan geçerek evine dönüyordu. ”Arkadaşlar dağılınız, beni sevenler dağılsın” diyordu.
NALBANTOĞLU’NA SÖYLEDİKLERİM
Tam bu sırada karşıdan Dr. Burhan Nalbantoğlu geliyordu. Kendisine önümüzdeki manzarayı gösterdim. “Dr. Küçük’ün polis jeepinde işi ne, toplantıyı kendisi mi başlattı ki, İngiliz subayının ricası ile derhal dağıtıyor, bu gençler ne yapmak istiyor, bu başıbozukluğa ne zaman son vereceksiniz” diye sordum.
Nalbantoğlu’nun kedine öz bir konuşma tarzı vardı. Sağ kulağını sol eliyle gösteren biriydi. Söylediklerimden etkilendiği muhakkaktı. VOLKAN’cılarla da irtibatlıydı. Dr. Küçük ise kendisine itimat etmez, yanına pek yaklaştırmazdı. “Şikayet ettiğin kişi senin yakınındır, ona söyle bunları” deyip, geçmek istedi. “Ben sana, gençliğin görevi vardır diyorum. Gençliği göreve çağırmak ve disiplinli bir kitle hakine dönüştürmek sana düşer, bize düşer” dedim ve ayrıldık.
1O KASIM’DA TATSIZLIK
10 Kasım Atatürk’ü anma gününde de yine tatsız ve hoş olmayan olaylar yaşandı. Kendilerine bazı örgüt isimleri takan gençler, Zafer Sineması’nda Atatürk ile ilgili film gösterilirken, tehditler savurdular. Bunlara göre “10 Kasım yas günüdür ve matem içeresinde kutlanmalıdır.” Atatürkçülüğün ruhunu ve özünü anlamayan bu kişiler nereye ve kime hizmet ettiklerini bilmiyorlardı.
Bu başıbozukluğa, dağınıklığa son veremezsek, pek yakında birbirimize düşüp, Rum’un kucağına teslim olacaktık.
Üzülmemek ve endişelenmemek elde değildi. Birşeyler yapmalıydık.
BEYAZ’IN CENAZE TÖRENİ
Rum saldırıları her geçen gün daha da yoğunlaşırken, EOKA, Polis Müfettişi i Mustafa Ahmet Beyaz’ı pusuya düşürerek öldürür. Beyaz’ı binlerce kişinin katılımı ile düzenlenen törenle ebedi istirahatgahına tebdil ettik. Beyaz’ı n naaşı Selimiye Camisi’nden alınıp omuzlarda taşınırken, Lefkoşa ender günlerinden birini yaşıyordu. Kıbrıs Türkü’nün yüreğinde büyük bir öfke, büyük bir bekleyiş vardı.
Sesimizi daha gür duyuracağımız, birbirimize daha sıkı kenetlenmemiz gereken bu günde yine tatsız olayalar yaşandı. Kardeş kavgasının çıkmasına ramak kaldı. Kıbrıs Türktür Partisi ile yaptığımız istişare sonucunda Lefkoşa esnafından cenaze dolayısıyla dükkanlarını saat 11’den saat 2’ye kadar kapatmalarını rica etmiştik. Bununla ilgili olarak da Kıbrıs Türktür Partisi bir de bildiri yayınlamıştı. Bunu milli bir görev addeden esnaf, gerekirse günlerce dükkanlarını kapatabileceklerini bize bildirmişlerdi. Ama ne yazık ki, kendi bilmez bazı gençler yine sahnedeydi.
KARDEŞ KAVGASINA DOĞRU
Sabahın erken saatlerinden itibaren dükkanları dolaşan ve kendilerini “teşkilattanız” diye tanıtan bazı gençler , saat 9’dan itibaren dükkanların kapanması yönünde tehditler savurdular, karşı çıkacak olanları cezalandıracaklarını söylediler. Lefkoşa esnafı, değil bir gün, günlerce dükkanlarını kapatacaklarını gönüllü olarak bize bildirmişken, bu gençlerin tehditleri sonucu durum bir anda gerginleşti. Muhtemel bir kardeş kavgasını güçlükle önleyebildik. Durumum önemini kavramayan, siyasi liderlikle uyum içinde olamayan, acayip örgüt isimleri taşıyan bu gençler davamıza zarar verebileceklerinin farkında bile değillerdi.
Onlara göre EOKA , her Türk öldürdüğünde Rum mahallelerine geçip , bir ki Rum dükkanı yakmak yeterliydi. Aniden püsküren volkan gibi yatağından taşıp birşeyler yapıyor ve hemen sonra geri çekiliyorlardı. Bu hareketlerin davamıza zarar mı, yarar mı verdiğini düşünen yoktu. Şimdi bu olayda bile, siyasi liderliğin öncülük yapmasına rağmen onlar yine bildiklerini yapıyordu, hem de kardeş kavgasını göze alarak.
Bu dağınıklığa son vermek gerekiyordu. Ancak “teşkilattanım” diyerek halkın karşısına çıkıp, emir yağdıranları kim idare ediyor, ipler kimin elinde belli değildi. Dr. Küçük sadece Özel Şakir ile irtibat halinde. Özel bey de “her olayın arkasında bizi aramayınız, fırsat düşkünleri çok” diyordu.
NALBANTOĞLU GELDİ
Nalbantoğlu ile konuşmamızın üzerinden 3-5 gün geçmişti. Nalbantoğlu bana geldi, konuşmamızı hatırlattı. “Bu akşam buluşalım, görüşlerini paylaşan bir arkadaşım var, bana söylediklerini kendisine duyurdum. Bir şeyler yapacaksak senin de görev alman gerekir, sensiz bir şey yapamayız” dedi. Arkadaşının ismini verdi, kemal Tanrısevdi. Birçok kez karşılaşmış ve konuşmuştuk. Türkiye Başkonsolosluğu’nda idari ataşe olarak çalışıyordu. Gecenin geç vakti, Lefkoşa’nın varoşlarında Eğlence köyündeki Tanrısevdi’nin , mütevazi evinde üç kişi bir araya geldik. Yeni bir teşkilat, VOLKAN’dan reaksiyon ne olur, gizlilik.
Şimdilik Dr. Küçük’ e duyurulmayacaktı. Bu beni rahatsız etmişti. Ancak, Dr. Küçük’ün, Nalbantoğlu’na tahammülü yoktu. Denge lazımdı.”
DR. KÜÇÜK KONUSU
İlk toplantıda karşılaştığımız birkaç zorluk vardı. Bunların başında konunun Dr.Küçük’e duyurulmaması konusuydu. İlk kez Dr. Küçük’e rağmen ve onun dışında bir teşkilat kurulacaktı. Ben buna şiddetle karşı çıktım. Neticede, Dr. Küçük’e kuruluştan evvel bilgi verilmemesini kararlaştırdık. İlk beyannameler dağıtıldıktan sonra Dr. Küçük’e gereken bilgiyi ben verecektim ve desteğini isteyecektim.” (DEVAM EDECEK)
Avrupa Parlâmentosunun “Kıbrıslı Türklerle Yüksek Seviyede Temas Grubu” yeniden, adını anmadığı, tanımadığını sık sık beyan ettiği, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti makamlarını görürken bayrak sancak görmek istemediği Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti topraklarındaydı. Yaptıkları açıklamalarda hep “Kıbrıslı Türklerden” bahsettiler. Onlar burada “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti halkından değil de Kıbrıslı Türklerden” bahsederlerken AP Komisyonu, Rum idaresinin Brüksel’deki temsilcisine “AP Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti diye bir birimi tanımıyor, merak etmeyiniz” diyordu. Diğer yanda KKTC Hükümeti “KKTC ile AB’nin” çalışmalarını gündemde tutan bülten de yayınlamaktadır. Halbuki AB de AP gibi “Kıbrıs Türkleri ile” temas halindedir, KKTC ile bağlantılı değildir ve “çalışmalar” da Kıbrıs’ta azınlık addettikleri Kıbrıs Türklerini “işgal nedeniyle ayrı düştükleri Kıbrıs Hükümetine katmayı” öngörmektedir. Bu gerçeklerin farkına varan Lefkoşa’nın Belediye Başkanı “Lokmacı Barikatı tiyatrosunda” yer almadığı için kutlanmalıdır. Kimliği, kişiliği, eşitliği korumak için bazen bu tür diklenmeler kaçınılmazdır, bazıları tarafından “uzlaşmaz, bağnaz” suçlamalarına maruz kalınsa da!
“Kıbrıslı Türklerle Yüksek Seviyede Temas Grubuna” ek olarak, aynı zaman dilimi içinde, İngiltere’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Sn. Jean Ryan da, Temas Grubunun uzaktan gazel okuyarak, Kıbrıs meselesine teşhis koymaktan kaçınarak saptadığı “Barış için eşsiz fırsat” vagonuna fırlamış ve “zorluklar çözüme engel değildir, engel olmamalıdır” fetvasını vermiştir. Çözüme engel olan, bir ortaklık devletinde, devleti yıkıp Türk ortağın her şeyine sahip çıkmak için işlemediği cinayeti bırakmamış olan Rum ortağı “meşru hükümet” olarak tanımış olmaktır. Bu arada, Rum-Yunan ikilisini takiben en nihayet Sn. Babacan’ın da “Annan Planı yoktur” beyanatına rağmen “Annan Planında sorunlu olmayan pek çok nokta var” diyen Sn. Jean Ryan görüşme masasında – adı konsa da konmasa da – Annan Planından “olumlu parçaların” gündeme geleceği mesajını vermiştir. Böylelikle Rum için “olumsuz” olan kısımları Rumların kabul edebilecekleri bir kıvama getirmek esas görev olacaktır. Sn. Bryza da Türkiye’den “önerilerini Rumların kabul edebilecekleri şekle sokmasını” istememiş miydi?
İşte, Kıbrıs’a uzaktan bakanlar “meseleye” teşhis koymaksızın “fırsat pencerelerinden” , “eşsiz fırsatlardan” , “son fırsattır” teranelerinden bahsederek 44 yıldır Rum’un “zaman kazanmak için taktik gereği görüşmelere katıldığını” çoktan öğrenmiş olan halkımıza gazel okumayı “uzlaşma girişimlerine olumlu katkı” olarak değerlendirmektedirler. Gerçekte yaptıkları bizi çok zekice hazırlanmış 44 yıllık tuzağa çekip teşhisini koymadıkları meseleyi halletmek ve sonradan Kıbrıs’ta akacak olan kan için sorumlu aramaktır. İçimizde bu “iyi niyetli barışçı dostlara” inananlar olabilir. Daha kötüsü, gerçekleri bildikleri halde, Referandum zamanında olduğu gibi “gazel okuyan” yabancıların ödenekli megafonu halinde çalışanlar da olabilir ve olacaktır da. Ancak Hristofyas’ın ipliği pazara çıktığı halde ve Rum tarafının kırmızı çizgileri en koyu bir şekilde her gün çizilirken Devletinden ve egemenliğinden vazgeçerek Hristofyas’ın sırf Türk askerini adadan çıkarmak için kabul eder göründüğü iki toplumlu federasyon öngören görüşmeleri “eşsiz fırsat-son fırsat” olarak kabul edecek kaç kişimiz olabilir diye düşünmeli ve aldanma temayülünde olanları uyarmayı görev bilmeliyiz. Bu günkü durumu “eşsiz fırsat” olarak görenler teşhis koymaktan kaçındıkları ve her kuralı çiğneyerek Rum idaresini “meşru hükümet” olarak tanıdıkları Kıbrıs’ta “meselenin halline” , “bekârın karı boşamasına” baktığı gibi bakmaktadırlar. “Uzlaşma oldu, barış geldi” çığlıkları ile bayram yaptıktan sonra Kıbrıs’ta Rum ile baş başa kalacak olan bizleriz hem de Devletsiz ve Türkiyesiz! Bunun ne demek olduğunu, konuşabilseler, toplu mezarlardaki kardeşlerimiz bizlere haykırarak söyleyeceklerdir. Daha ne diyeyim? (26 Mayıs 2008)
NACAK GAZETESİ- 15 TEMMUZ : Ecevit’e mesaj: Enosis için son adım atılmıştır. Müdahaleden başka çare yoktur!
16 TEMMUZ : Darbede Yunan askerlerinin rolü gayet aşikar. Makarios, BM kanalı ile İngiliz üslerine sığındı ve adayı terketti. Mermiler, şarapnel parçaları başımıza düşmekte.
17 TEMMUZ: Sakin bir gün. Ecevit’ten mesaj: ‘Sayın Denktaş, endişe etmesin, Hükümet konjektürü hazırlıyor!’ Ecevit Londra’ya gitti. Rüyamda Atatürk’ün sözü: ‘Konjektür önemlidir. Konjektüre dikkat et Denktaş.’ Ankara’ya devamlı surette: ‘Müdahaleden başka çare yok’ mesajı gönderiyorum. İçe dönük beyanatlarda da ‘Bu Rumlar arası kavgadır sakın bulaşmayın’ demeğe devam ediyorum. Rum tarafında silahların korkusu dağları sarmışsa ve ‘Yunanistan böyle istiyor’ inancı yayılmışsa Makariosçuların hali harap olacak… Türk müdahalesi olmazsa, tabiatıyla bizim halimiz de! Ecevit Londra’da. Gözlerimiz kulaklarımız Londra’da…
18 TEMMUZ: BBC ‘Türk donanması denize açıldı’ diyor. 60 bin asker hazır. Dua! Dua! Dua! Hey Makarios, açtığın kuyuya bak nasıl kendin düşeceksin! Müdahale şart ve gecikiyoruz. ABD birkaç güne kadar Sampson rejimini tanıyacak. Kleridis bu yönde elinden geleni yapıyor. ABD Büyükelçisi… Türkiye gelir mi? Rum tarafında her şey normale dönüyor. Tartışıyoruz! Hangi ‘normalden’ bahsediyor? Normal hakkında ayrı düşüncelerimiz olduğu aşikâr. Arada sırada Ledra Palas’tan mermiler başımızın üzerinden geçiyor. İngiliz gazeteci ile Amerikalı arasında münakaşa: Türkiye amfibik savaş yapabilir mi, yapamaz mı? En sonunda İngiliz kızıyor ve ‘Bu millet İstanbul trafiğini aşıp evine gidebiliyorsa, buraya da gelebilir’ diyor. Gülüşmelerle münakaşa noktalanıyor. Halkımız disiplinli bir bekleyiş içinde. Amerika’dan Kıbrıs’a rejim yerleşiyor haberleri gelmeye başladı. Ecevit’e yeni bir mesaj: ‘Müdahale! Başka çare yok!..
19 TEMMUZ: 40-50 gazeteci gelip gitti. Bütün gün beyanat vermekle, gazetecilerle durum değerlendirmesi yapmakla geçti. Donanma açıldı. Birkaç jet üzerimizden geçmiş. Saat: 19.45 ‘Büyükelçi Asaf İnhan Bey aradı, bekliyor’ mesajını aldım. Birkaç yüz metrelik mesafe sanki millerce uzun geldi bana. Asaf Bey gülerek ‘Gel bakalım Denktaş Bey, beklediğin gün geldi’ dedi. Elime küçük bir kağıt uzattı. Evet yarın sabah saat beşte geliyorlar. Başımın uğuldadığını hissettim. Sarılarak ağlaştık. Geliyorlardı. Kurtulacaktık artık. Ve bu coşkulu sevinç birdenbire bir ağırlık oluverdi omuzlarımda! İçimde Raif’i kaybedeceğimi söyleyen bir duygu, bir ses vardı sanki. Ve kendi kendime ‘Her şehit bir Raif değil mi senin için. Her şehidin acısını duydukça çökmemen gerekir.’
Heyecan büyüktü. Omuzladığımız sorumluluk çok ağırdı fakat hepimizde özgürlüğe kavuşmanın ümidinden kaynaklanan bir güç vardı. Artık karargâhı kooperatifin bodrumuna taşıyabilirdik. Sancaktarlıktan bize birkaç silah verilmesini istedim. Cevap geldi. Yoktur ve veremezlerdi. İkametgahtan av tüfeklerimle, tabancamı aldırttım.
20 TEMMUZ : Sabah saat beş. Bayrak radyosu beyanatımı vermeye başladı. ‘Bugün, bu anda kahraman Türk silahlı kuvvetleri Kıbrıs’ın her yanında havadan ve denizden çıkarma yapmaktadır. Gazanız mutlu olsun. (…) Sabırlı olunuz, harekâtın zaferle bitmesini bekleyiniz.’ Ve birden bire derinden top sesleri… Hemen arkasından Gönyeli ovalarına yağan paraşütler. Etrafa baktım. Ağlayanlar çoktu. Yere kapanmış toprağı öpenler vardı. Ben de ağlamaktaydım. Avusturyalı irtibat subayı elimi iki avucunun içine alarak ‘sizi kutlarım, artık kurtuldunuz’ dedi. Her yerde, herkesin yürüyüşü bile değişmişti. Başlar dik. Gözlerde sevinç ve gurur vardı. Ölsek de gam yemeyiz artık diyordu herkes. Geldiler ya… Her Türk’ün içinde Rum’un yıllarca, sınırlardan çalıp dinlettiği ve bizimle alay ettiği ‘Bekledim de gelmedin’ şarkısının uyandırdığı öfke ve acı vardı: Gelmişlerdi işte!
Savaş filmlerindeki manzara! Helikopterler inip kalkıyor. Her tarafta koşuşan askerler. Mehmetçik Kıbrıs’ta rüyada gibiyiz. (…) Meğer Yunan Alayı ile Türk Alayının ölüm kalım savaşı verdikleri bir esnada aralarında bayrak sallayarak geçmişiz. Allah’ın öldürmediğini kul öldürmüyor. Oğlum Raif yeşil hat üzerinde çarpışmakta. Arkadaşları Rum radyosunu dinlemekte. ‘Türk askeri adaya çıkmadı’ teranesinden etkileniyorlar. Hastane koridorları şehitlerle dolmaya başlamış, gömemiyorlar. Kolordu’dan emir lazımmış. Hastaneye gidiyorum. Manzara dehşet verici. 10-12 er geldi. Bir Jeep’in içinde sınır boyu gezdirildiler. Mücahitlerle kucaklaşıp, selamlaştılar. Durum derhal değişti. Sınırlarımız aşılmaz kale haline geldi.”
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.