14 Aralık 2020 Pazartesi
Azerbaycan'dan tanınmaya yönelik tam destek mesajı
Sendikalar yarın da örgütlü işyerlerinde greve devam edecek
Prof. Dr. Ata Atun; Biz İsyan Etmedik
Atilla ÇİLİNGİR; ONLARIN ACILARI SESSİZ AMA ÇOK DERİNDİR…
Aydın AKKURT; 21 ARALIK, GİRİT VE KIBRIS
Antalya’da tıbbi aromatik bitkilerin yaygınlaştırılması ve bilinçli tarımla üretilmesi için çalışma yapılıyor
Türk dünyasının ortak değerleri denildiği zaman ilk olarak aklımıza dilimiz, dinimiz, tarihimiz, kültürümüz, örf, adet, gelenek, görenek, eğitimimiz ve folklorumuz gelmektedir. Türk dünyasının ortak değerlerinin oluşması ve bizlere binlerce yıllık tarih süzgecinden süzüle süzüle gelmesi pek tabi ki çok büyük zorluk ve mücadelelerin neticesinde gerçekleşebilmiştir. Türk dünyasının ortak değerlerinin binlerce yıllık zorlu süreçler neticesinde korunarak günümüze kadar ulaşabilmesinde kuşkusuz en büyük görev şairlerimize, ozanlarımıza, fikir adamlarımıza, yazarlarımıza, tarihçilerimize ve kültür elçilerimize düşmüştür. Bu anlamda ilk olarak akla gelen ortak değerlerimize bakacak olursak; Dede Korkut, Yusuf Has Hacip, Kaşgarlı Mahmud, Hoca Ahmet Yesevi, Ahmet Yükneki, Mevlana, Yunus Emre, Nasreddin Hoca, Genceli Nizamî, Hacı Bektaşi Veli, Ahi Evran, Ali Şir Nevai, Fuzulî, Köroğlu, Karacaoğlan, Mirza Fethali Ahundzade, Abay Kunanbayulu, İsmail Gaspıralı, Elekber Sabir, Mehmet Âkif Ersoy, Ziya Gökalp, Mağcan Cumabayulu, Bahtiyar Vahapzade, Muhtar Avezov, Hüseyin Cavid, Ârif Nihat Asya ve Cengiz Aytmatov isimleri karşımıza çıkmaktadır.
Türk dünyasının ortak değerleri artık günümüzde Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY) başta olmak üzere, Türk Keneşi, TürkPA, Türk Kültür Miras Vakfı ve Türk Akademisi gibi uluslararası organizasyonlarımız tarafından korunarak gelecek kuşaklara aktırılması yönünde bu anlamda çok ciddi organizasyonlar yapmaktadırlar. Türk dünyasının ortak değerlerinden biri olan Cengiz Aytmatov, sadece Kırgızistan’ın, Kazakistan’ın, Türkiye’nin, Türk dünyasının değil aynı zamanda Dünya edebiyatının da gelmiş geçmiş en büyük yazarlarının başında gelmektedir. Aytmatov, Kırgız halkının dünyaya kazandırdığı en büyük armağanıdır. Aytmatov’un eserleri incelendiği zaman dar anlamda Kırgız ve Kazak insanına, geniş anlamda Türk dünyasına ve evrensel anlamda ise tüm insanlığa hitap ettiği görülecektir.
12 Aralık 1928’de Kırgızistan’ın Talas bölgesinin Şeker köyünde dünyaya gelen Aytmatov’un hayatı meydana gelen dünya savaşları, ciddi değişim ve dönüşümlerin gölgesinde çok büyük zorluklar içerisinde geçmiştir. Babası Törökul Aytmatov, Sovyet Kırgızistan döneminde seçkin bir devlet adamıyken, 1937’de Türk birliğini desteklediği için tutuklanmasının ardından içlerinde dönemin Kırgızistan Başbakanı’nın da bulunduğu 137 kişiyle birlikte 1938 yılında infaz edilerek Çon Taş denilen yerde, eski bir tuğla fabrikasına gizlice gömülmüşlerdir.
Kırgızistan’ın bağımsızlığını kazanmasının ardından aydınların katledildiği alan düzenlenerek Ata Beyt isimli anıt mezar haline getirilmiştir. Aytmatov 10 Haziran 2008 tarihinde yaşamını yitirdiğinde vasiyeti üzerine babası Törökul Aytmatov’un yanına Ata-Beyit mezarlığına defnedilmiştir. Cengiz Aytmatov, hayatı boyunca babası gibi Türklük şuurunu Sovyet sistemi içinde muhafaza etmeye çalışarak bu yönde eserler yazmıştır.
Aytmatov çocukluğunda babaannesi Alımkan’ın Kırgız gelenek, görenek, halk türküleri, ağıtlar ve masallarını dinleyerek büyümüş, bu durum eserlerine de yansımıştır. Aytmatov, Bişkek’te Veterinerlik Yüksek Okulu’ndan mezun olduktan sonra 1952’de ilk eserini yazar. Dağlar ve Steplerden Masallar adlı öykü kitabıyla büyük ün kazanan Aytmatov,1963’te Sovyetler Birliliği”nin en önemli edebiyat ödülü olan Lenin Edebiyat Ödülü”nü alan en genç kişi olur. “Cemile” adlı aşk romanının Fransız şair Louis Aragon tarafından Fransızcaya çevrilmesiyle ünü daha geniş kitlelere yayılır. Gün Olur Asra Bedel, Cengiz Aytmatov’un Rusya’daki Sovyet Sosyalist rejim değişikliği sırasında geleneklerini korumaya çalışan insanların anılarının, kutsal saydığı her şeyin yok sayılması, aşkın sorgulanması, insanların mankurtlaşma veya geleneklerini koruma arasındaki tercihler arasında kalmalarının ele aldığı en önemli eserlerinin başında gelmektedir.
Aytmatov’un Fransa’da V. Lackhine tarafından “yılın kitabı” olarak gösterilen “Gün Olur Asra Bedel” eserinde bahsedilen “mankurtlaşma” süreci kişinin sosyal kimlik değiştirme ve öz kökenine yabancılaşma anlamını karşılayan bir terim olarak sosyal psikoloji literatüründeki yerini almıştır.
Aytmatov yazarlığa başladığı dönemde en büyük desteği dünyaca ünlü Kazak yazar Muhtar Avezov’dan görmüştür. Aytmatov, bir yazısında, ‘’Bir zamanlar Rus kültürünün gelişimini Puşkin nasıl etkilediyse, Orta Asya ülkelerinde çağdaş yaratıcı düşünce ve manevi hayatın oluşumunda da Avezov’un aynı şekilde etkisi olduğunu düşünüyorum” diyerek Avezov’a duymuş olduğu saygıyı bu şekilde dile getirmiştir.
Aytmatov, hayatı boyunca gelenek ve göreneklerine sadık kalmıştır. Eserlerinde mitolojik unsurları, folklorik malzemeyi ustaca kullanan çağdaş bir bilgedir. Onun eserlerinde Kırgız halk kültürünün yanı sıra eski Türk dinî inançları, halk hikâyeleri, efsaneler, masallar, destanlar, türküler gibi halk kültürünün bütün unsurları yazıya dökülerek ölümsüzleşmiştir.
Aymatov’un eserlerindeki en önemli ilham kaynaklarının başında Manas Destanı gelir. Eserlerinde bu bağlamda ağızdan ağza geçen efsaneleri, destanları, masal ve hikâyeleri tüm yönleriyle ele almaya çalışmıştır. Aytmatov, Türk milletinin tarih içindeki sevinçlerini, tasalarını, kahramanlıklarını ve engin tecrübelerini yazıya dökerek Türk dünyasında çok sevilip saygı duyulan bir yazar haline gelmiştir.
Eserlerinde içinde yaşadığı toplumun sorunlarını ve çelişkilerini de anlatmıştır. Bu bağlamda sorunların üstünden gelmek için öncellikle geçmişe bağlı olmak gerektiğinin, kendinden ve milletinden haberdar olmanın önemine özellikle dikkat çekmeye çalışmıştır. Aytmatov, mücadelesini sanat yoluyla vermiş, dönem dönem uygulanan sansürü aşabilmek için eserlerinde çeşitli (mecaz-metafor) benzetmelerden yararlanmıştır.
İleri görüşlü aydın bir kişiliğe sahipti. Sovyetler döneminde Türk dünyasının ilerde muhakkak bir araya gelebilmesi gerektiği yönündeki görüşlerini sıklıkla eserlerinde dile getirmiştir. Türk kültürünün tanıtılmasına ve gelişmesine önemli hizmetlerde bulunan Aytmatov, Türk dünyasını oluşturan ülke ve topluluklar arasında çok önemli manevi bir köprü görevi üstlenmiştir.
Aytmatov’un eserlerinde kadının sosyal yaşamın içerisinde hem anne hem çalışan mücadeleci bir karakter hem de Türk toplumunda erkek kadar eşit bir kimliğe sahip olduğuna dikkat çekmeye çalışmıştır. Aytmatov, Kırgızistan’ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra Talas bölgesi milletvekilliği yapmasının yanı sıra diplomat kimliğiyle ülkesini Almanya ve Lüksemburg’da büyükelçilik, Avrupa Birliği, NATO ve UNESCO’da ise temsilci olarak başarıyla temsil etmiştir.
Aytmatov’un başlıca eserlerine bakacak olursak Gün Olur Asra Bedel, Cemile, Selvi Boylum Al Yazmalım, Cengiz Han’a Küsen Bulut, Çocukluğum, Gül Sarı, İlk Öğretmen, Beyaz Gemi ve Toprak Ana ilk olarak karşımıza çıkar. UNESCO’nun verilerine göre Aytmatov’un kitapları dünya okuyucularının ilgisini hem edebî hem felsefi derinliğiyle çekmiş. Eserleri 170’ten fazla dile çevrilmiş. Eserlerinin toplam baskı sayısının 60 milyonu geçtiği ifade edilmiştir.
Cengiz Aytmatov’u büyük bir sevgi, saygı, özlem ve rahmetle anıyoruz. Türk dünyası onun öngörüde bulunduğu şekilde gün geçtikçe bir araya gelerek güçlenmeye devam ediyor. Ruhu şad olsun…
Koronavirüs ile ilgili şaşırtıcı senaryolardan bir tanesi daha; Rockfeller Vakfı’nın 1 Haziran 2010 tarihli raporu.
Dünyanın en zengin ailelerinden olan Rockefeller ailesine ait Rockefeller Vakfı’nın 1 Haziran 2010 tarihinde yayınlamış olduğu son derece şaşırtıcı bir rapor var.
2010’da yazılan rapora göre gelecek 15-20 yılda teknolojinin getireceği düzenler irdelenmiş. Raporun önemli yanı şu: Bazı senaryolar oluşturulmuş ve söz konusu senaryoların yaratacağı etkiler incelenmiştir.
Rapor “önceden belirlenebilir durumlar” ve “belirsizlikler” olarak iki kategoriye sahip.
Tüm senaryolar “Çin, Hindistan ve diğer ulusların” yükselerek çok kutuplu bir küresel sistemin ortaya çıkmasıyla başlıyor.
Ben bu bağlamda yazılarımda uzun bir süreden buyana dünyada tek kutuplu dünya düzenin yerini çok kutuplu dünya düzenine bıraktığını sık sık değinmekteyim.
1 Haziran 2010 tarihli rapora dönecek olur isek, neredeyse bugünü ifade ediyor.
Çin, özellikle yakın geçmişte yükselmeye geçmiş. 2017 yılında ABD ile Çin arasında ticari/askeri bazı sürtüşmeler başlamış. 2019 da ise NATO’nun Çin’i tehdit olarak nitelediği görülmüştür.
Buna karşın Çin ise kendi vizyonunu “yeni ipek yolu” ile ortaya koyarak alternatif bir düzen seçeneği ortaya çıkarmıştır.
Rapor gelecek için dört önemli senaryo oluşturuyor. 1- CleverTogether, 2- Hack Attack, 3- Smart Scramble, 4- Lock Step.
İlk senaryo koordineli ve başarılı bir dünya öngörüyor. Küresel sorunlar el birliği ile çözülüyor. Bu senaryoda güçlü ittifaklar ve daha temiz bir dünya görülüyor.
İkinci senaryo nispeten daha güvensiz ve düzensiz. Ana tema teknolojinin kontrolsüzleşmesi üzerine.
Üçüncü senaryo ise merkezi otoritelerin zayıfladığı, bireylerin ve yerel toplulukların ön plana çıkarak sorunları çözmeye giriştiği bir senaryo.
Dördüncü senaryo ise yani “LOCK STEP” ise yukarıdan aşağıya hükümet kontrolü öngören, otoriter bir düzene geçileceğini belirtiyor!
Bu senaryoya göre dünyaya salgın bir hastalık bulaşıyor ve 7 ayda 8 milyon inşa ölüyor!
Salgının ekonomi üzerine öldürücü bir etkisi oluyor. Rapor, felaket senaryosu için “pandemi” kavramını kullanıyor.
Yeri gelmişken ifade edelim günümüzde Dünya Sağlık Örgütü, korona virüs için kıta ve tüm dünya gibi çok geniş bir alanda yayılan ve etkisini gösteren salgın hastalıklara verilen “Pandemi” olarak nitelendirme kararını aldıklarını açıkladı. Pandemiler veya pandemik hastalıklar, bir kıta, hatta tüm dünya yüzeyi gibi çok geniş bir alanda yayılan ve etkisini gösteren salgın hastalıklara (epidemi) verilen genel addır.
Senaryoya göre: Virüs Güneydoğu Asya da yayılıyor. Uçuşlar durduruluyor. Uluslararası ticaret duruyor. Turizm zayıflıyor. İşyerleri ve ofisler boş kalıyor. Rapor, olacakları daha 2010 yılından nokta atışı şekilde yazmış.
Rapora göre insanlar salgından korunabilmek için hükümetlere sınırsız yetki vermeye başlıyor
Yaşanan kriz sonucu toplumlar kendi egemenliklerinden vazgeçiyor ve güvenlik karşılığında kontrollü bir dünyaya geçiş yapılıyor.
Yeni düzende teknolojik gelişmeler hükümetler kontrolüne giriyor, gelişme yavaşlıyor. Yenilikler hükümetler tarafından hayata geçiriliyor. Pandemi korkusu gıda kontrolünü ön plana çıkarıyor. Sağlık taramaları önkoşul haline geliyor. Teknoloji kısıtlanıyor.
Son bir bilgi, ABD’de Roche ilaç şirketinin korona virüsü tedavi edecek ilaç geliştirildiği bizzat ABD Başkanı D. Turump tarafından dünyaya duyurularak kendilerine teşekkür edildi. Roche ilaç şirketi bilindiği üzere Rockefeller ailesine ait. Yukarıda da ifade ettiğim üzere 2010 yılında yayınlanan ilgili raporu yayınlayan da Rockefeller ailesine ait olan Rockefeller Vakfı. Ne tesadüf öyle değil mi?
Bu saatten sonra sokağa çıkmamak için birinin ya da hükümetin karar almasına gerek yoktur. Acil ihtiyaçlar dışında kimse sokağa lütfen çıkmasın. İlle de insanların evde oturmaları için polis ya da asker sokağa mı çıkmalıdır?
KKTC Bakanlar Kurulu 13 Mart 2020 tarihinde gece yarısı aldığı kararlar çerçevesinde KKTC vatandaşların evlerinde kendilerini ve ailelerini koruma altına alma hakkını bir dizi yasaklamalar getirip polis zoruyla değil de en demokratik bir yöntemle halkımıza sunmuştur.
Kamu ve özel sektör çalışanlarının büyük bir kısmını kapsayacak şekilde KKTC Bakanlar Kurulu tarafından 14 günlüğüne verilen izin pek tabii olarak insanların sokağa çıkma zorunluluğunu ortadan kaldırmış ve kendilerine kendi istekleri ile evlerinde kalma hakkını vermiştir.
Daha düne kadar tam tersi söylem ve açıklamalarda bulunanların son 24 saat içinde birden bire apansızın tavır değiştirerek insan hak ve özgürlüklerini yasaklayan kısıtlayıcı OHAL istemelerini dolayısı ile bu yasakçı zihniyete alkış tutanların esas amaçları nedir?
Çin’in vuan bölgesinde yaşandığı gibi polis ve hatta askerlerin sokağa çıkarak insanları ellerinden kollarından zorla sürükleyerek evlerine kapatılması mı talep ediliyor?
Hükümetimiz alınması gereken yeni tedbirleri sürekli bir biçimde değerlendirmeler yaparak
çalışmalarına devam etmektedir.
Bizlere düşen en önemli görev ve sorumluluk mecbur kalmadıkça evden çıkmamak, uzmanların önerileri doğrultusunda hijyen kurallarına dikkat etmektir.
KKTC Bakanlar Kurulu’nun almış olduğu kararlara rağmen insanlarımızın toplum sağlığını tehlikeye sokacak biçimde dışarıda olmaları tabi ki doğru değildir!
İnsanlarımızın bu 14 günlük süreçte evde oturmaları için ille de sokağa polis ve askerin çıkarak güç kullanması mı gerekmektedir?
Şunu da iyi bilmeliyiz ki 14 gün ya da 28 gün sonra korona virus bir anda dünyada sıfırlanıp yok olup gitmeyecektir.
Panik olmadan uzmanların önerileri doğrultusunda hijyen kurallarına uyarak zamanımızı evde geçirmeye büyük özen göstermeliyiz. Aksi halde gündeme polis ve asker zoru ile evlere kapanılması seçeneği gündeme gelecektir!
Korona virüs 14/28 günde yok olmaz ise mevcut durumu 3 ya da 6 ay hatta 1 yıl süresince aynı biçimde uzatmak mümkün müdür?
Bu süre zarfında oluşması muhtemel ekonomik çöküntü nasıl ortadan kaldırılacaktır? Maaşlar ödenemez ise ne olacak?
Meseleyi 14 güne indirgeyerek bakmak acaba ne kadar doğru bir yaklaşımdır? Konuları çok yönlü olarak değerlendirmek durumundayız.
İngiltere ve Almanya’da yaşananları görmek gerek. Panikleyerek bırakın 14 günü 1 ay evlere kapanıldığında bu hastalık yok olup sıfırlanıp bitecek mi? Çin’de veya herhangi bir ülkede Aralık ayından buyana korona virüs sıfırlanabildi mi?
Tabi ki elden geldiğince alınması gereken tüm tedbirler alınmalıdır! Her ne tedbir alınacaksa alınsın bu ülkeyi yıkıma sürükleyecek hatalar yapılmamalıdır! Ay sonu maaşlar ödenemez yada yarı maaş verilecek olsa ne olacak? Kimse kusura bakmasın günü kurtarmak hedef olamaz!
Hedef bu süreci her anlamda sağduyulu bir biçimde en az zararla atlatmak olmalıdır. Şöyle bir yaklaşımda olma lüksümüz yoktur. Efendim 14 gün deneyelim olmazsa bir 14 gün daha uzatalım. O da olmazsa korona virus sıfırlanıncaya kadar devam edelim!
Bu yaklaşım bizim gibi küçük ölçekteki bir ülkeyi en başta ekonomik yıkıma sürükler. İlk 14 gün sonuçları anlaşılmaya bilir. Lakin sonrasındaki süreçte çok ciddi yıkımlarla yüz yüze kalınabilir.
Burada yapılması gereken amaç üzüm yemek ise herkes hükümete tam destek vermelidir. Gün birlik ve beraberlik günüdür. Gün ayrışma ya da siyasi avantaj elde etmeye yönelik fırsatçılık günü değildir.
KKTC, küresel ölçekte bakın ne kadar önemsenmeye başlanmış! İlhak ya da iltahak yok! Ama küresel ölçekte önemsenme var! Öyle ki “Rusya, Donald Trump’ın Kazanmasına Nasıl Yardım Etti?” diye kitap yazan İngiliz Guardian Gazetesi Muhabiri Luke Harding, KKTC Cumhurbaşkanlığı sürecine şimdiden dahil olmuş vaziyette!
Türk tarafı uluslararası hukuk zemininde Doğu Akdeniz’deki hak ve hukukunu koruyor. Keza durum Ortadoğu’da aynı. Dün Ortadoğu’da Osmanlıya karşı tezgahlanan kirli oyunların benzerleri günümüzde de Türkiye ile KKTC’ye karşı Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de tekrarlanmaya çalışılıyor. Lakin bu kez herkes antremanlı. Kimse oyuna gelmiyor! Herkes uyanık olmalı ve kurgulanmak istenen kirli oyunlara gelmemelidir.
Kıbrıs konusunda ilhak ve iltihak diye bir gündem yoktur. Burada hedef kitle anlaşılacağı üzere büyük oranda CTP seçmenidir. CTP’nin Cumhurbaşkanı adayı Prof. Dr. Tufan Erhürman’ı demokratik yollarla alt edemeyenler bakın ne tür oyunlara tevessül etmektedirler.
Oyun sanıldığından büyük! Oyun küresel ölçekte. Oyun emperyalistlerin oyunudur. Atatürkçü olduğu algısı yaratmaya çalısanlar; Atatürk’ün direktifiyle başlayarak ilerleyen Hatay’ın Türkiye’ye katılma sürecini nasıl sunmaya kalkışıyorlar. Bu en sade ifade ile çok büyük bir gaftır.
İngiliz Guardian Gazetesi Muhabiri Luke Harding kim mi?
Politico adlı haber sitesinde, Luke Harding imzalı son derece ilginç bir haber yayınlandı. Harding, 2007-2011 arası İngiliz Guardian gazetesinin Moskova muhabirliğini yapmış bir isim. 2011’de, bir seyahat dönüşü Rusya’ya girişi yasaklanmıştı. Tabii, sebep Kremlin’e yönelik yaptığı, gizli kapaklı birtakım işleri ortaya koyan haberleri idi.
Harding, Collusion: Secret Meetings, Dirty Money, and How Russia Helped Donald Trump Win (Danışıklı Dövüş: Gizli Görüşmeler, Kirli Para ve Rusya Donald Trump’ın Kazanmasına Nasıl Yardım Etti) adlı bir kitap yayınlandı. Politico’daki makale de, Trump’ın Moskova ile ilişkisinin bilindiğinden çok çok daha eskilere dayandığını ortaya koyuyor. The Hidden History of Trump’s First Trip to Moscow (Trump’ın Moskova’ya İlk Ziyaretinin Gizli Tarihi) başlıklı bu makalede, 1987’de, o dönemler genç (ve bir şekilde politikaya atılma hayalleri kuran aşırı hırslı) bir müteahhit olan Trump’ın, Sovyetler Birliği’ne gitmesinin hikâyesi anlatılıyor. Ziyaretin gerçekleşmesini sağlayan ise, SSCB gizli servisi KGB’den başkası değil.
Harding, yazısında KGB’nin Trump’a olan ilgisinin, 1970’lerin sonunda başladığına yönelik “makûl şüpheler” ileri sürülüyor. Harding’e göre, Trump 1977’de Çek Ivana Trump ile evlendikten sonra, önce Çekoslovak ve ardından da SSCB istihbarat kaynakları tarafından takibe alındı. 1987’de gerçekleşen Moskova ziyaretine de, Ivana ve Donald Trump beraber gittiler.
Daha önce, Britanya’nın istihbarat görevlisi olarak çalışan Christopher Steele, Kremlin’in Trump’ın ABD Başkanı seçilmesi için son beş-altı yıldır aktif biçimde çaba içinde olduğunu öne sürmüştü. Bu “çabaların”, ne türde olduğuna yönelik tartışmalar da var. Steele’in de aralarında bulunduğu kimi kaynaklar, Trump’a şantaj yapıldığını öne sürüyor. Harding, Trump’ın Kremlin ve Rusya istihbaratı tarafından kullanıldığına işaret etse de, konuyla ilgili kesin ve net yanıta ancak SSCB ve Rusya’dan arşivlerin karanlık koridorlarda saklı belgeler üzerinden ulaşılabileceğine dikkat çekiyor; “tabii, o belgeler de sistematik olarak yok edilmediyse” demeyi de ihmal etmiyor. Harding’in kişisel görüşü, Trump’ın “pohpohlanmaya”, güce ve paraya meraklı karakter yapısının, Rusya istihbaratı tarafından kullanıldığı…
Harding’in de işaret ettiği gibi, kritik nokta, Trump’ın 1987’deki Moskova ziyaretinden sonra, siyasi hedefleri “ABD Başkanı” olma konusuna odaklanıyor. Harding’in makalesinden alıntılarsak, Trump’ın 1987 tarihli Moskova seyahati şöyle sonuçlanıyor:
“Seyahatten bir şey çıkmadı-en azından Rusya içerisindeki iş imkânları konusunda hiçbir şey. Bu boş çıkma hâli, Trump’ın Moskova’ya gerçekleşen sonraki ziyaretlerinde de kendini tekrarlayacaktı. Fakat (ilk Moskova ziyaretinden sonra) Trump, New York’a yeni bir stratejik yön hissiyatıyla geri uçtu. İlk kez, aklında siyasi bir kariyer düşündüğüne dair ciddi işaretleri vermeye başladı. Belediye başkanı ya da vali veya senatör olarak da değil. Trump, başkan olmayı düşünüyordu”.
Moskova, yaklaşık 40 yıllık bir süreçte, Trump’ı “işleyerek” adım adım, kademe kademe onun ABD Başkanı olmasına gidecek yolu açtı mı? Eğer ki Moskova, böyle dipten ve derinden ilerleyen bir projeyle, en büyük rakibi ABD’yi içten bir Truva Atı ile “fethettiyse”, ne denebilir ki? Kişisel olarak, tüm ülkelerin birbirlerinin içişlerine (ve dışişlerine) müdahalesine karşı olsam da, şapka çıkarmak zorundayım: Gerçekse, bu kadar “derin bir müdahalenin başarılabilmesi” gerçekten de şaşırtıcı ve tabii aynı zamanda şoke edici bir durum.
Ve elbette, çok da ironik…
“Soğuk Savaş” dönemini vesaire geçtim, acaba uluslararası ilişkilerde 19. yüzyıl zihniyetinden ne kadar uzağa gidebilmişiz dünya olarak? 21. yüzyılda, modernleşmenin ve teknolojinin getirdiği onca ilerleme, iki Dünya Savaşı ve sonrasında yaşayan bu kadar çatışma ertesi insanlık olarak geldiğimiz (daha doğrusu takılıp kaldığımız nokta), “Büyük Oyun” zihniyeti mi?
“Gölgeler Turnuvası” tarihi
“Büyük Oyun”; veya orijinal adı ile “Great Game” ya da “Турниры теней/Turniri Teney” (Gölgeler Turnuvası). 19. yüzyılın ilk çeyreğinden 20. yüzyılın ilk çeyreğine; yani, İmparatorlukların yıkılışına kadar olan döneme kadar süren stratejik güç çekişmesi dönemi. Başlangıç ve sona eriş tarihleriyle ilgili çeşitli görüşler var ama “uzatmalarıyla” beraber, yaklaşık bir yüzyıllık bir dönemden bahsediyoruz.
“Büyük Oyun”un başlıca aktörleri, Britanya İmparatorluğu ve Rusya Çarlığı idi. Bununla beraber, Pers İmparatorluğu (Kaçar Hanedanlığı) ve Osmanlı İmparatorluğu da, “Büyük Oyun”un parçasıydılar. Orta Asya ve Afganistan da, “Büyük Oyun”un, oynandığı sahaydı.
21. yüzyılın ilk çeyreğinde, insanlık için iki yüzyıl öncesinden çok farklı bir dönemi yaşarken, uluslararası ilişkilerin dönüp dolaşıp gene bir “Büyük Oyun”a kilitlenmiş olduğunu düşünüyorum. Kremlin’in ABD Başkanı Donald Trump olan ilişkilerinden, ABD ve Rusya’nın arasındaki rekabete, Avrupa Birliği ülkeleri ve AB kurumlarının olan bitene ayak uydurma ile aktif olarak rol alma çabaları arasında gidip gelen hallerine gelinceye değin, stratejik entrikalar açısından 19. yüzyılın “Büyük Oyun”u paradigmalarına çok da benzeyen bir düzlemdeyiz. Ve tıpkı, 19. yüzyıl sonu ve daha çok 20. yüzyıl başı Osmanlısı gibi Türkiye de, bu entrikalar çemberinin ortasında kalıyor. Ve kendi “Büyük Oyun”unun kurucusu olayım derken, Doğu-Batı kimlikleri arasında bocalamaktan kaynaklı bunalımlara sürükleniyor, büyük kişisel hırsların kurbanı olmaya doğru sürükleniyor.
“Büyük Oyun” tarihine devam etmeden önce, biraz büyükçe bir parantez açalım.
Bahsettiğimiz aktörlerden Britanya, Rusya ve Osmanlı İmparatorluklarının, “Kraliyet/Çarlık/Padişahlık” ve dolayısıyla “lider” odaklı devlet yapıları da olsa, son derece kurumsallaşmış bürokratik gelenekleri de vardı. Buna karşılık, Pers İmparatorluğu’nun, devlet yapısının güçlülüğüne rağmen, “bürokrasi geleneği” ve “lider ve hanedanın rolü” açılarından bu diğer üç aktörden farklı konumda olduğunu, farklı bir yapısallığa sahip olduğunu unutmamalıyız.
Bugünlerde, İran kökenli Reza Zarrab’ın odağında olduğu “Zarrab Davası” ile gündemimize girmiş olan komşumuz İran (gerçi gündeme giren gene İran’ın kendisi olmadı ya neyse), son derece ilginç bir tarihe sahip. İran devlet geleneğinin temel kökleri, Osmanlı ile kâh en büyük çatışmalarını yaşayan kâh bir nevi Soğuk Savaş içine giren, “Devlet-i Safevîyye”ye dayanıyor. 1501-1736 arasında yaşayan bu devletin kurumsal geleneğinin ardından, İran’da “Hanedanlık” çekişmesi yaşanmaya başlandı.
1736’da Nadir Şah’ın kendisini “Şah” ilan etmesiyle başlayan “Afşar Hanedanı” dönemini, Zend Hanedanı ve Kaçar Hanedanı dönemleri izledi. En son halkasını Pehlevi Hanedanı ile yaşayan bu “Şahlar” ve “Hanedanlar” dönemi aslında, tam da Rusya ve Osmanlı İmparatorluklarında “Batılılaşma” krizlerinin yaşandığı ve modern anlamda bürokrasinin de oluşup gelişmeye başladığı zamanlar.
İran ise, 18. yüzyıldan 20. yüzyılda, 1979’da İran İslâm Devrimi’ne kadar olan bürokrasisi ve devlet geleneğinin gelişimi sürecini, Osmanlı/Türkiye ve Rusya/SSCB’ye göre çok içe kapalı ve hükümdar/hanedan eksenli yaşadı denebilir. İran’ın İslâm Devrimi ile geçirdiği rejim değişikliği de, aslında otokrasi ve teolojik baskı yoluyla bir bürokrasinin inşası olarak da yorumlanabilir. Evet, İran’ın da tıpkı Türkiye ve Rusya gibi güçlü bir devlet geleneği var: ama Türkiye ve Rusya tarihinde, Batı ile hem etkileşim hem de zıtlaşma içinde gelişen bürokrasi, kişisel iktidarın sınırlarının çizilmesinde belirleyici rol oynamış. Bana kalırsa, bu iki ülkede de, gerçek mânâda bir kişiselleştirilmiş/salt lider odaklı otokrasi, “Batı’yı silmeden” ve var olan bürokrasiyi yıkmadan da hayata geçirilemez. Bu hayli uzun parantezi, içeriğine başka zaman devam etmek üzere şimdilik kapatalım.
Önemli olan şu ki, İran’ın kendi iç hanedan çekişmeleri ve 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı ve Rusya’yı modernleşme meselesi ile meşgul eden Batı odaklı gündemlerine karşılık içe dönüklüğü, Büyük Oyun’da da ikinci planda, edilgen bir aktör olmasına yol açmıştır denebilir. Buna karşılık Rusya Çarlığı, Afganistan Emirliği başta olmak üzere Orta ve Güney Asya’da hâkimiyet için Britanya İmparatorluğu ile çekişerek, Büyük Oyun’un başlıca iki aktöründen birine dönüştü.
KKTC Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini de bu gerçekler ışığında değerlendirmek gerekir.
Batı sistemi, dün Ortadoğu’daki enerji kaynaklarına ve Akdeniz’deki ticari deniz güzergahlarına hakim olabilmek için Osmanlıyı hasta adam ilan etmişti! Ardından bölgede bayrakları birbirinin kopyası haritaları gönye ve cetvelle çizili devletler yaratılmadı mı?
Günümüzde de tek kutuplu Atlantik/Batı dünya düzeni temsilcileri Rum yönetimini AB üyesi yaparak sınırlarını Doğu Akdeniz ve Ortadoğu bölgesine ilerletmeyi planladı. 2000’lerde Annan Planı’ndan önce Seville Haritasını ileri sürdü!
1946’da başlayan 2 kutuplu dünya düzeni Soğuk Savaş’ın bitmesiyle yerini tek kutuplu Atlantik dönemine bırakmıştı. İçerisinde bulunduğumuz süreçte de tek kutuplu Atlantik dönemi yerini çok kutuplu dünya düzenine bıraktı. Geçiş süreci hararetle hezeyanlarla devam ediyor. Tek kutuplu Atlantik/Batı dünya düzeni temsilcileri Kıbrıs konusunu Rum yönetimi lehine federasyon zemininde çözmek istiyor ve hatta bunu dayatıyor! Buna karşılık çok kutuplu dünya düzeni temsilcileri ile Kıbrıs konusunun iki devletli bir şekilde çözülmesini istiyor. Çok kutuplu dünya düzeni temsilcileri Doğu Akdeniz’de KKTC’nin varlığı Türkiye ve Kıbrıs Türkleri için ne kadar önem taşıyorsa en az o oranda kendileri içinde önem taşıdığını söylemektedirler.
ABD ve Batının Kıbrıs konusu ile ilgili düşünceleri son derece net! Bizi Türkiye’den kopartarak Rum yönetimi altında ayrıcalıklı azınlık yapmak istiyorlar. Mesele bu kadar açık ve net! 1950’lerin sonunda İngiltere tüm sömürgelerini eski sahiplerine iade ederek çıkarken bir tek Kıbrıs konusunda istisnai bir uygulamaya gitmiştir. Bunu NATO ülkelerinin istekleri doğrultusunda yaptığı bilinmektedir. Bu süreç Rumları önce bir devlerin kurucu ortağı haline getirmiş ardından Rumlar kurucusu olduğu devleti 3 sene sonra silah zoru ile gasp ederek sözde Rum üniter devleti haline dönüştürebilmiştir! Mesele Rumlar üzerinden Akdeniz ve Ortadoğu’da fiziki ve fiili varlık gösterebilme mücadelesidir.
Rum’un ayrıcalıklı azınlığı olmayı içlerine sindirenler var mı? Atlantik/Batı desteğiyle güzelim ülkemizde Türkiye karşıtı cephe oluşturulmak isteniyor! Bu kirli oyunu kurmak isteyenler ülkemizde akıllarınca çatışma ortamı yaratabilme hayalleri içerisine girmişlerdir! Kimse bu oyuna gelmemeli.
Ülkemizi Türkiye’yi sevenler ve Türkiye karşıtları diye cephelere bölmek isteyenlere Kıbrıs Türk Halkı pirim vermeyecektir. Lakin, bu çirkin oyunu tezgahlamanın karşılığını Kıbrıs Türk Halkının günü geldiğine vereceğinden hiç kimsenin şüphesi olmasın! Daha önce defalarca yazdığım gibi 18.yüzyılın sonunda başlamış olan Kıbrıs Türk Halkı’nın varoluş ve özgürlük mücadelesi halen devam eden canlı bir süreçtir!
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.