16 Mart 2020 Pazartesi
Azerbaycan'dan tanınmaya yönelik tam destek mesajı
Mehmetçik Büyükkonuk Belediyesi’nden özel eğitim çocuklarına Yeni Yıl sürprizi
Prof. Dr. Ata Atun; Biz İsyan Etmedik
Atilla ÇİLİNGİR; ONLARIN ACILARI SESSİZ AMA ÇOK DERİNDİR…
Aydın AKKURT; 21 ARALIK, GİRİT VE KIBRIS
Antalya’da tıbbi aromatik bitkilerin yaygınlaştırılması ve bilinçli tarımla üretilmesi için çalışma yapılıyor
Herhangi bir seçime giren siyasal partiler veya adaylar eğer gerçekten demokrat iseler halka yazılı ve somuta inen ayrıntılı seçim bildirgesi sunar, seçim vaatlerini sıralar, sonra da seçim kampanyasında bunları daha da ayrıntılı olarak örnekleriyle halka izah ederler. Yuvarlak lâflarla maskelenmiş genellemelerle yetinemezler. İşte bundan dolayıdır ki “federasyon” söylemini bir tekerleme haline getirip “barış, uzlaşma, huzur ve refah” sözleriyle boyatarak pembe ufukların resmini çizmekle iktifa eden, yani aslında çok şey söylediği halde hiçbir şey söylemeyen Akıncı’nın bundan vazgeçmesini talep etmekteyiz.
Madem ki “federasyon” sevdalısıdır, o kara sevdayı bana da, sana da, ona da, herkese de bulaştırmanın havariliğine soyunmuştur, ne menem bir federasyon peşinde maraton koşusu yaptığının hesabını ve girdisini-çıktısını halka herhalde vermekle yükümlüdür.
***
Akıncı’ya işte bunun içindir ki geçen günkü yazımda “birincil hukuk” konusunda tavrının ne olduğunu sormuştum. Bunun bir nedeni vardır. Eğer Anastas’la Akıncı’nın yaptığı inişli-çıkışlı, kavgalı-barışıklı görüşmelerde ortaya bir çerçeve çıkarsa, o çerçeve içinde yeni bir anayasa yapılacak, temel yasalar kaleme alınacak, hangi kuralların “birincil hukuk” olduğu da saptandıktan sonra referanduma sunulacaktır. Birincil hukuk demek, o hukuk kurallarının iptalinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisi dışında kalması ve iptal edilemez olması demektir. Birincil hukuk olmayan hiçbir kuralın garantisi yoktur, Avrupa Mahkemesi tarafından her an sıfırlanması mümkündür. Bu da olası bir uzlaşmada Türk haklarına ilişkin kuralların aşılması olanaksız müthiş bir tehlike demektir.
***
Biz soruyoruz:
– Ey Akıncı, senin “federasyon” tipinde birincil hukuk olacak mıdır olmayacak mıdır?
Biz soruyoruz, ama Akıncı’nın cevap vereceğine pek de inanmıyorum.
Çünkü bu seçim telâşında işine gelmez bunu cevaplamak.
Bu soruya cevaben beni mahcup fakat mutlu edecek bir yanıt vermesine ise çok sevineceğimi de kaydetmek isterim.
***
Biz soruyoruz:
– Ey Akıncı, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ne gizlice sunduğun haritada Anastas’a ne kadar toprak bağışladın, hangi bölgeleri verdin, bu bölgelerde kaç kişi yaşamaktadır, yani sadece bu bölgelere ilişkin olarak yeniden göçmen konumuna düşecek kaç kişi vardır, yüzlerce midir, binlerce midir?
Biz soruyoruz, fakat Akıncı buna da cevap vermez ve veremez. Elin oğluna bir harita vermiş, bu haritada Anastas’a teslim edeceği toprakları belirlemiştir, bu haritanın içeriğini Portekiz’li Guterres bilmektedir, emperyalizmin Guterres’in etrafında dolanan adamları da bilmektedir, hiç kuşkum yoktur ki Amerika’sı, Rus’u, İngiliz’i, Fransız’ı, Çinli’si de bilmektedir, hatta Anastas bile bilmektedir, dolayısıyla Kıbrıs Rum’u da bilmektedir, fakat o haritayı bilmeyen tek taraf vardır, o da Kıbrıs Türk halkıdır.
Akıncı KKTC toprağının bir kısmını emperyalizm vasıtasıyla Anastas’a peşkeş çekmiştir, Mısır’daki Sağır Sultan dahil herkes duymuştur, bilmeyen, kendisine duyurma gereği duymayan munhasıran biz zavallı Kıbrıs Türkleriyiz.
Mısırdaki fellâh bilecek, kutuptaki Eskimo bilecek, Hindistan’daki Mihrace bilecek, ama biz bilmeyeceğiz, çünkü biz paryayız.
Anastas’a peşkeş çekilen toprak sanki KKTC toprağı değil, Patagonya toprağıdır.
***
Lâfı uzatmaya gerek yok, tekrar çağrı yapıyorum:
– Ey Akıncı, elin oğluna verdiğin o haritayı bize de ver, biz de görelim bizim toprağımızdan Anastas’a nelerin peşkeş çekildiğini.
Makarios’un oğlanı Anastas bile biliyor, ben bilmiyorum.
Ben Makarios’un piçi miyim?
Nisan’da seçim var.
Nisan bahardır.
Baharların en güzeli.
Şairlere göre baharda insanların aşk damarı patlamaktadır.
Nitekim bir şair bir şiirinde baharın azdırmasından şikâyetçi olarak “böyle mi gelecektin kahpe bahar” diyerekten bahar hazretlerine isyan etmektedir.
Oysa bu Nisan’da bizim ahalinin aşk damarı yerine siyaset damarı patlayacak gibidir, zaten şimdiden patlamak üzeredir.
***
Akıncı bu Nisan’ı bir tür federasyon baharına dönüştürmek niyetindedir.
Sabah federasyon, akşam federasyon, günde 5 vakit federasyon namazı kılmakta, ahaliye federasyon cennetlerinin sözünü vermekte.
Rüyasını gördüğü ve kâbus misali bizim de uykularımıza sokmak istediği federasyon mahlûkatı gerçek bir federasyondan ibaret olsa belki ben bile “istemem ama cebime koy” diyebilirdim.
Oysa Akıncı’nın federasyon örtüsü altında bize nannaklamak niyeti taşıdığı federasyon güzelinin federasyona benzer bir yanını hiç göremiyorum. Sağ gösterip sol, sol gösterip sağ vurmaktadır. Demek istediğim o ki suni bir federasyon libası giydirdiği halis bir Rum devletçiği dünyaya getirmenin gayretkeşliği içindedir.
Bunu belki bilerek yapmıyor, belki de Atina’ya giden federasyon asfaltında serap görmektedir.
***
Seçim üstüne şu anda bütün söyledikleri bir genellemeden ve deyim yerindeyse federasyon sakızını muttasıl gevelemekten ibarettir.
Ağzından çıkan her lâf soyuttur, somuta gelmekten fellik-fellik kaçmaktadır.
Nitekim federasyon diyor, barış diyor, huzur diyor, eşitlik diyor, iki bölge diyor, iki devletçik diyor, bunların üstünde federal bir çatıdan dem vuruyor.
Bütün bunlar lâf-ı güzaftır, hiçbir ipucu vermeyen lâf salatasıdır.
***
Federasyon diyor, ama nasıl federasyon, söylemiyor, lâfını bile etmiyor. Federasyon modelinin karakteristik vasfı eşitliktir. Akıncı’nın, Ali İhsan Varol’un televizyon programına rakip çıkarcasına kelime oyunlarıyla yutturmak istediği eşitliğin ise gerçek eşitlikle kan akrabalığı değil sıhri hısımlığı bile yoktur.
Eskiden eşitliği “bir tek Türk’ün de evet” demesi olarak tarif etmekteydi ki bu bir hilkat garibesidir. İsviçre’nin Montana tepelerinde bunu dahi teslim etmiştir.
Eşitliğin olmadığı yerde federasyon yoktur, eşitlik ise iki taraf evet demeyince hiçbir konuda karar çıkmaması demektir. Akıncı’nın sözde eşitliği ise, sanki topumuzu sünnet ediyormuş misali bizim ahaliye yeni bir aritmetik lôkumu yutturma niteliğindedir.
***
Üstelik eşitliğin garantiye de ihtiyacı var.
Gerçekten bir eşitlik noktasında buluşmak mümkün olsa bile o eşitliğin garantilere de ihtiyacı var, aksi takdirde tıpkı 21 Aralık’ta yaşadığımız gibi eşitlik denen o mâsum hayvancığın postunu deldirip eşek cennetine postalamak hiç de zor olmaz.
Eşitliğin iki garantisi olabilir, biri Türk garantisi, diğeri de muhtemel bir uzlaşma sonunda vazedilecek hukuk kurallarının AB nezdinde birincil hukuk olması.
Akıncı bu garantilerden birincisini Anastas’a zaten çoktan teslim etmiştir, ikincisini ise ağzına bile almıyor, çünkü işine gelmiyor, oysa bir uzlaşma sonunda birincil hukuk temin edemezsek ört ki ölem.
Bu nedenle Akıncı’ya soruyorum ben:
– Birincil hukuk olacak mı, olmayacak mı, neden bu makamdan hiç ses vermiyorsun ve neden bütün nutuklarını hep genellemeler ve siyasal gevelemelerle geçiştirerek neden somuta inmiyorsun?
Şairin biri bir aşk şiirinde sevgilisine şöyle seslenmiş:
“Yumurta gibisin sevgilim
Saf bembeyaz
Merak ettim
Kabuğunu çıtlattım biraz
Sen de cılk çıktın
Ötekiler gibi”.
***
Türkçe’de salak diye bir söz var. Ben de merak ettim, bilgisayarın düğmesini çıtlattım, internete girdim, sözlük hanesini buldum, salak sözünün anlamını sordum, meğer içeriği çok zenginmiş ve şunları da içeriyormuş:
1) Ahmak
2) Akılsız
3) Aptal
4) Beyinsiz
5) Bön
6) Budala
7) Dangalak
8) Ebleh
9) Hödük
10) Kafasız
11) Mankafa
12) Sersem
13) Şapşal
14) Ukalâ.
***
Akıncı salak mı, elbette değil.
Bunca zamandır eleştiriyorum, kendisine salak demek aklımın ucundan geçmedi, çünkü birine salak demek eleştiri değil, hakarettir.
***
50 tane milletvekilimiz var, salak mı bu vekiller, istisnasız ve külliyen salak mı?
Elbette değil.
Bu ülkede Fİ tarihinden beri neredeyse eleştirmediğim politikacı kalmadı, hiçbirine salak demedim, çünkü kim olursa olsun, bir kimsenin alnına salaklık damgasını yapıştırmak eleştiri de değildir, basın özgürlüğü de değildir, hiçbir özgürlük değildir, resmen hakarettir.
Her şeyden önce de hukuk dışıdır, yasa dışıdır.
***
Nereden mi çıktı şimdi bu salaklık hikâyesi?
Şuradan çıktı:
Beleş dağıtılan Yeni Bakış adlı bir ceride var.
O ceridede, Yusuf Kısa imzalı bir yazıda şöyle deniyor:
– Maliye Bakanı “40 milyon borçlanma yaptım” dedi. Gerçekten utanç verici. Devlet böyle bir rakama kadar düştüyse bu devleti idare eden 50 milletvekiline de cumhurbaşkanına da yazıklar olsun. İçimden 51 salak demek geliyor, ama terbiyeme uymuyor.
***
Hem terbiyesine uymuyor, ama buna rağmen hepsine de aslında salak diyor.
Bir gazete hakkında en küçük bir işlem yapılmayagörsün, bizim sözde basın örgütleri yaygara şampiyonluğuna soyunmakta. Basın imişler, Basın Konsey’leri de varmış. Hakaret söz konusu oldu mu hepsi sus-pus. Hakarete karşı harekete geçildiğinde ise hepsi kahraman. Bunun adı da basın özgürlüğü imiş. Aslında siddin senedir basın özgürlüğü adı altında hakaret özgürlüğü talep etmektedirler. İstisnalar olabilir, ama bizim basının genel seviyesi budur işte.
“Akıncı’nın arkadaşı Anastas”, bütün haklar kardeştir zırvasına göre yalnız benim değil Akıncı’nın da kardeşi olan Midera Ellâda başbakanı Mitsodakis kardeşimize bir selâm sarkıtaraktan şöyle buyurmuş:
– Büyük gerginliğin hüküm sürdüğü Türk-Yunan sınırına askeri güç göndermeye karar verdim ve bu da Mitsodakis biraderimiz tarafından kabul buyruldu.
Bir gazetemiz soruyor:
– Kaşınıyor musun Nikos?
Ey günaydın vallahi.
Adam doğdu-doğalı kaşınmakta.
Sen daha yeni mi duydun?
***
Madem ki Anastas kardeşimiz Mitsodakis kardeşimize sıcak bir selâm sarkıtmış bulunmaktadır, bendeniz de kerem ve muhterem Akıncı biraderime tencerede özel olarak kaynatılarak ısıtılmış sımsıcak bir selâmünaleyküm postalamak istiyorum.
Barış Harekâtı’na dil uzattın.
Suriye’ye giren Mehmetçik’e lâf attın.
Aha Anastas Türk işgâlcilere (!) karşı anavatan Ellâda sınırlarını aslanlar gibi müdafaa etmek üzere Meriç nehri boylarına asker sefkediyormuş.
Bakıyorum da sevgili kardeşim, bu noktada ses verdiğin yok.
Üç maymuncuğu oynamaktasın.
Görmedin, duymadın, bilmezsin.
Dut ağacının dalına tünemiş, dut yemiş bülbül gibisin.
Diyarbakır’da olsaydın ağzına acı biber sürüldü sanacaktım.
Oysa Silihtar sarayının bahçesinde biber değil, sadece siyasi haber var.
Geçim telâşı bile yok, seçim telâşı var.
Neden sus-pus haldesin?
Şair Mehmet Akif Ersoy şöyle demektedir aruz vezniyle kaleme alınmış ünlü bir aşk şiirinde:
– Ey gül, sükûta varmayı emreyle bülbüle.
Sana da sükûta varmayı emreyleyen bir gül mü vardır Silihtar’ın arka bahçesinde?
Asker gönderiyor Anastas senin anavatanına karşı anavatan Ellâda’yı savunmak ve de Türk’e karşı savaşmak üzere.
Her şeyde, her konuda fikrin ve zikrin vardır da bir tek bu konuda mı yoktur hiçbir fikrin ve de hiçbir zikrin?
Anlıyorum, “bütün halklar kardeştir”.
Yoksa Recep Tayyip Erdoğan kardeşimizden daha mı yakındır sana ve bana sevgili Anastas ve Mitsodakis kardeşlerimiz?
***
Hasan Hastürer “yaşanılan acıların hiç mi bedeli yok” başlıklı yazısında soruyor:
– Kıbrıs sorununda özellikle Rum’ların taşınmaz malları çok önemli bir konu olarak masada yer bulur. Ya tazmin edilecekler, ya takasla karşılık alacaklar, ya da uygunsa malları kendilerine geri verilecek. Peki, yaşam boyu babalarının, eşlerinin yokluğuyla yaşayan insanların yaşadığı acıların ya da yaşayamadıkları güzel günlerin bedeli hiç mi yok? İnsan hayatı mı yoksa mal-mülk mü değerli?
***
Sana da bir günaydın sarkıtmak istiyorum Hasan’cığım.
Merak etme, ne dediğini anladım, Rum eski malını kapacak, Rum’un katlettiği şehitler ve geride bıraktığı acılı insanlar ise unutulup gidecek, yani mal mı mühim, insan mı?
Demek ki sana bir günaydın da yetmez.
Çünkü belli ki hâlâ ve hâlâ ve hâlâ en iyi Türk’ün ölü Türk olduğunu henüz öğrenememiş “cahil”in (!) tekisin sen.
Galimera.
Anastas bazı sınır kapılarını kapattı, geçici olduğunu söylese de bu geçiciliğin ne kadar süreceğini yalnız Anastas biliyor.
Akıncı buna karşı sağa-sola, emperyalizmin ağababalarına şikâyetlerde bulunmakta, kendi gücü yetmediği için kapıların açtırılmasını başkalarından beklemekte.
Anastas’ın hiç taktığı yok.
Gerekçesi de açıktır:
– Ben doldurur ben içerim kime ne, ben açarım ben kaparım sana ne?
Akıncı’ya verdiği mesaj da açıktır:
– Bir tek devlet vardır bu cezirede, o da benim, sen namevcutsun, yok hükmündesin.
***
Bizim taraftan barışçılık karagözlüğü maskesine bürünen teslimiyetçi minik bir güruh sınır kapısında toplanıp karşıya geçmeye yeltenmişler.
Minik bir güruh da karşıdan gelmiş.
Rum polisi bunları gazlamış.
Hem gazlamış hem coplamış.
Rum veletlerini değil, bizim veletleri hem gazlamış hem coplamış.
Yere düşenler, bayılanlar olmuş.
Yaralananlar olmuş, hastaneye kaldırılmışlar.
Kendilerinden başka hiç kimseyi temsil etmeyen bizim veletlerin ellerinde “bütün halklar kardeştir” yaftaları varmış.
Demek ki “Rum kardeşleri” tarafından iyice pataklanmış, güzelce ıslatılmışlar.
Bizim veletler gazlanır, coplanır ve pataklanırken karşıdaki Rum veletler uzaktan uzağa sadece izlemişler, gözlemişler, yerlerinden hiç kıpırdamamışlar.
Rum polisinin kullandığı gazın insan sağlığı açısından tehlikesi bilinmektedir.
Bizim veletler sınıra dayandıklarında Rum veletleri ve Rum polisi tarafından kendilerine sabah kahvaltısı olarak domuz etinden şiş kebabı ve “gullûri” ikram edileceğini sanıyorlardı.
Oysa sadece nannaklandılar.
***
Sınırdaki o görüntü bizim veletlerin dillerinden düşürmediği malûm “federasyon” hayâlinin fotoğrafıdır.
Eğer olursa “federasyon”dan sonra neler olacağının “federasyon” öncesinde küçük ve basit bir provasıdır.
Rum polisi yine de insaflı davrandı.
Bunun nedeni Türk’e aşık olduklarından değil, orada Rum veletlerin de bulunmasındandır.
Rum veletleri orada olmasaydı…
Sadece bizim veletler olsaydı…
Cop-mop, gaz-maz, tekme-tokat kullanacak değildi Rum polisi…
Büyük ihtimalle kurşun sıkacaktı üzerlerine.
Sınır kapısına üşüşen ve dikkate alınamayacak kadar ufak bir azınlık teşkil eden bizim veletler bilmese de, öğretilmesine rağmen hatırlamasa da kurşun sıkmada gayetnen deneyimli ve de ustadır Rum polisi.
Bizzat taşıdıkları pankarta göre demek ki bizim veletler kardeş oldukları Rum polisi tarafından kardeş dayağı yemiş sayılmaktadırlar.
***
Daha fol yok yumurta yok, daha federasyon yok mederasyon yok.
Ya olsaydı…
Gaz bombasına maruz kalıp bayılanlar yerine kurşunlanıp yere yayılanlar götürülmüş olacaktı hastaneye. Hastanede ise damarlarındaki kan şiringayla boşaltılıp tıpkı 21 Aralık’ta olduğu gibi AB cennetine postalanmayacaklarının hiçbir garantisi yoktur.
Anastas’ın sınır kapısında olanlar müstakbel “federasyon” filminin makaslanarak hafifletilmiş küçük bir fragmanıdır.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.